30 Nisan 2009 Perşembe

Huşu iklimi



Huşu; Allah’a yürekten, içtenlikle yönelmek… O’nun karşısında kendini hiçe saymak… Derin bir saygı ile acziyet ve alçakgönüllülük üzere olmak… Kalbin titremesi, ruhun Allah karşısında esas duruşa geçmesi şeklinde algılanabilir…
Kur’an-ı Kerim kurtuluşa eren müminlerin özelliklerini belirtirken ilk olarak “huşu”dan bahsediyor:

“Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler”(Mü’minun-2)
Felaha taşıyan namaz, huşu içeren namazdır… Demek ki; her namaz, namaz değildir… Zaten kişide huşu yoksa namazı kaldıramaz ve uzun süreli sürdüremez…
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. (Namaz) huşu sahibi olanlar dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir…” (Bakara-45)
Namazın nefse niçin ağır geldiği ortaya çıkıyor: Huşusuzluk…
Kulluğu anlamlı ve geçerli kılanın huşu olduğunu görüyoruz…
Bu derece önem arz eden huşudan kopuşun da erken başlayacağını haber veriyor, Allah’ın Rasulü (sav)… Ümmetin ilk kaybedeceği ilim, huşudur…
Ebu’d-Derda (ra)dan rivayet edilmiştir; dedi ki :Peygamber(sav) ile beraber bulunuyorduk. Derken bakışını göğe dikti ve sonra şöyle buyurdu:
“İşte insanlardan ilmin aşırılacağı zaman! Nihayet ilim namına hiç bir şeye güçleri yetmiyecektir.” Bunun üzerine Ziyad b. Lebid el-Ensari dedi ki:
“Kur’an’ı okuduğumuz halde ilim bizden nasıl aşırılacaktır? Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ı behemehal okuyacağız ve onu kadınlarımıza ve çocuklarımızı behemehal okutacağız!” Resul-i Ekrem buyurdu ki:
“Annen senin hasretinle yansın, Ziyad! Bende seni Medine halkının fakih(hukukçu) lerinden saymakta idim. İşte Tevrat ve İncil, Yahudi ve Hristiyanların elindedir; onlara ne faydası var?”
Cübeyr diyor ki: Sonra Ubade b.Samit ile karşılaştım ve:
“Arkadaşın Ebu’d –Derda nın nelerden bahsettiğini işittin mi?” diyerek kendisine Ebu Derda’nın söylediklerini bildirdim .Übade bin Samit (ra ) şu mukabelede bulundu:
“Ebu’d - Derda doğru söylemiştir. Arzu edersen insanlardan kaldırılacak olan ilk ilmi sana hemen anlatayım: Huşudur. Belki umumi bir mescide girecek ve orada huşu içinde bir adam göremeyeceksin.”Tirmizi
Huşusuzluğun ümmeti ne kadar derinden vuracağını gözler önüne seriyor…Allah katında geçerli bir kulluğun olmazsa olmazı huşudur …
Peki huşu nedir?
Doğrusu huşunun anlam derinliğini kelimelere dökmek oldukça zor…
Hele hele huşu fukaralığının yürekleri kasıp –kavurduğu bir zaman diliminde huşuyu tanımlamak daha bir güç olacak…
Gönül dünyamızı ilgilendiren bu deruni durumu kırık cümlelerimizle kenarından kıyısından ifade etmeye çalışalım…
Huşu; boyun eğmek, korkmak, tevazu göstermek ve sükunet içinde olmaktır. Huşu sahibi ise; korkan, sükunet üzere bulunan, mütevazi ve gönülden boyun eğen, ihlaslı olan kimse demektir…
Huşu; Allah’a yürekten, içtenlikle yönelmek… O’nun karşısında kendini hiçe saymak… Derin bir saygı ile acziyet ve alçakgönüllülük üzere olmak… Kalbin titremesi, ruhun Allah karşısında esas duruşa geçmesi şeklinde algılanabilir…
Huşu; O’nun huzurunda olmanın heyecanı ile “Biz O’nu görmesek de O bizi görüyor”
bilincini yüklenmenin iç rahatlığıdır…
Huşu; bedeni kalbin denetiminde tutma halidir…
Huşu; fizik ve benlik dünyasından aşkın bir dünyaya açılımın ismidir…
Huşu; kalp konsantrasyonunun ihsan kıvamında belirmesidir…
Huşu; Yüce Yaratıcı’nın büyüklüğü ve kusursuzluğu karşısında kendi yetersizlik ve eksikliklerinin farkına varan insanın Hakk’ın emrine tevazu ile boyun eğmesidir…
Kimin huzurunda olduğunun farkında olmaktır … İşte bu farkındalık bilincine huşu denir…
Kişinin sadece kendisi ile meşgul olmayı bırakıp Allah ile ilgilenmesidir… Zaten en büyük hata, kişinin kendi benliğine takılı kalmasıdır… Bunu aşmanın yolu ise, hep Allah’ı hatırlamaktır…
Huşu; Allah’a karşı sevgi ve saygı merkezli korku ve ürperti halidir…
Huşu; duygusal, ruhsal ve zihinsel olarak ibadete konsantre olmaktır…
Fatır-ı mutlakın’ın ve fıtratın sesine kulak vererek Allah dışında hiç kimseden buyruk almadan, O’nun emrine boyun eğmektir…
Huşu; aslı kalpte, etkisi bedende gerçekleşen bir durumdur…
Takva örtüsünü üstüne alıp en Yüce Olan’ın korumasına girmekte bizi huşu sahibi kılacaktır…
Kur’an’da geçen hudû, inabe, ihbat, kunut, haşyet, havf, ihlas, tazarru aynı anlam zenginliği taşıyan bizi “salih” olmaya hazırlayan kavramlardır…
Doğal olarak huşunun en çok arandığı yer namazdır…
Namazı huşu ile korumak… Namaza odaklanmak… Namazda namaz kesilmek… “Fenafi’s-salat- Namazda yokolmak”…Ya da varoluşunu namaza bağlamak…
Huşu ile kılınan namaz, hevanın esaretinden kurtarır, özgür bir ruh haline yüceltir…
Huşu üzere namaza duran kişi Allah’tan başka her şey ve herkesle ilgiyi kesiverir… Sanki dünyadan sıyrılıp namaz diye başka bir aleme göç eder… Selamla birlikte tekrar döner…Dertleri, düşünceleri, hevesleri, hesapları bir kenara bırakır… Dünyanın maddesini, metasını geriye çekip sadece namazın anlamına yoğunlaşır…
İşte tebettül budur… Dünyadan sıyrılıp, Allah’a sığınma becerisi…
“Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel.” (Müzzemmil-8)
Böylece namazı fiziksel alemden alıp, ruhun derinliklerine indirmenin fırsatı oluşuyor akabinde deruni temelleri olan bir sıçrama gerçekleşiyor… İşte bu durum artık müminin miracıdır…
Sahi, siz hiç miraca çıktınız mı?
Yani mirac kıvamında namaz kılabiliyor musunuz?
Bizi Rabbimizle buluşturan bir huşu iklimine geçiş yapabiliyor muyuz?
Namazla yaşanan, “mutmainne” hali… Sükûnet, sühûnet (sıcaklık) ve sühûlet (kolaylık) atmosferi… O’nun huzurunda olmanın farkı… O’nunla beraber olmanın iştiyakı…
İbadetler Allah ile beraberlik girişimleridir… Namaz bu girişimlerin en yoğunluklu olanıdır… Zirveyi hedeflemektir…
Huzur’da olmanın huzurunu yaşaya biliyor musunuz?
O’nun kabulüne mazhar olmanın yollarını arıyor musunuz? İşte bu yolun ismi, huşudur. Bu yola girmenin yolu ise ; namazı namaz gibi kılmaktır… Yani Allah Rasülünden gördüğümüz gibi kılmaktır… Hani şu, kıyamda ayakları şişen Rasül… Hani şu secde de tabiri caiz ise taş kesilen, görenlerin “acaba secde de ruhunu mu teslim etti?” diye tedirgin oldukları kişi… Seccadesini göz yaşları ile yıkayan “şükreden bir kul”…
Şimdilerde namazda ayakları su toplamış, ıslak secdelerle geleceği projelendiren kimselerimiz var mıdır?
Namaza odaklanmış kişiler, “Allah için olma”nın onurunu taşırlar… Onların namazı sırf beden egzersizleri yekunu değildir… Çünkü namaz sadece sembolik bir ritüel değil, ağır bir görev yüklenmedir…
Tüm bu izahlara rağmen namazda huşuyu kavramakta zorlanıyorsak yapacağımız tek şey Allah Rasulü (sav) nün mektebinden gecen ashabın namazına bakmak… Huşunun nasıl ete-kemiğe büründüğünü onlarda görebiliriz…
Hz. Cabir’in (ra) naklettiği şu sahne huşunun fiziksel yansımasıdır: Allah Rasulü (sav) ile savaşa çıktık. Zatu’r-Rika harbinde bir asker müşrikler den bir kadın esir almıştı. Bunun üzerine müşrik olan kocası yemin etti:
“Muhammed’in ashabından birinin kanını akıtıncaya kadar onları izleyeceğim.”
Böylece Allah Rasulü (sav)in izini takibe koyuldu. Peygamber bir yerde konakladı ve:
“Bizi kim bekleyecek?” dedi.
Hemen muhacirlerden Ammar b. Yasir ve ensardan Abbad b. Bişr ortaya atıldı. Onlara şöyle buyurdu:
”Geçidin ağzının tutun (nöbet bekleyin).”
O iki sahabi yolun ağzına varınca Abbad; Ammar’a sen yat ilk nöbeti ben tutarım. Ammar yattı. Ensardan Abbad’da hem nöbet, hem namaz dedi, namaza durdu…
Sonra gece hanımı esir alınan müşrik geldi; O’nu (namazda)görünce kavmin nöbetçisi olduğunu anladı.Ona bir ok attı. Ok isabet etti. Bunun üzerine Abbad ağzı ile oku çıkardı. Namazını bozmadı. Bu defa müşrik üç ok daha attı. Abbad rükû ve secdeye vardı. (Namazını bitirince) arkadaşını uyandırdı. (Müşrik) kişi kaçtı. Ammar; Abbad’dan akan kanları görünce şöyle dedi:
“Subhanallah! Neden sana ilk ok attığında beni uyandırmadın?”Şu cevabı verdi:
“Kur’an’dan bir sure okuyordum, onu bitirmeden yarıda kesmek istemedim. Fakat bir kaç yara alınca rükû ettim ve seni uyandırdım. Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah’ın korumamızı emrettiği stratejik bir noktayı kaybetmek endişesi olmasaydı ölmeyi, namaza ve sureyi yarıda kesmeye tercih ederdim.”dedi. (Ebu Davut)
İşte huşu !..
Abbad tüm hücreleri ile namaza durmuştu … Tepeden tırnağa namaz kesilmişti… O canını değil, namazı kurtarmanın derdindeydi… Namazda erdiği hazzı, namaz dışında bulamayacağını biliyordu…
Kıyamın da öyle bir kıvama ulaşmıştı ki ; “Hayatım son bulsun oma namazım son bulmasın” diyordu…
Ne dersiniz ?
Bu durum havsalamıza sığacak bir olay mıdır ? Mantığımıza bunu kabul ettirebilir miyiz?
İşte burada akıl durur , iman konuşur…
Bize kalsa neyi tartışırız ? Abbad’ın abdesti bozuldu mu , bozulmadı mı? Hayır, dostlar ! Bu huşu olduktan sonra ok darbeleri ne abdesti bozar , ne de namazı!
Sahabe neslinin ihlas ve ihtişamını bir kare ile sınırlamak mümkün değil…Onların hayatına girdiğimizde nasıl bir huşu ile karşılaşacağımızı tahmin edersiniz…
İşte ensar dan Ebu Talha … Bir gün bahçesinde namaz kılıyordu. O sırada bir kuş uçtu ve ileri geri gidip gelmeye başladı. Çıkacak bir yer arıyordu. O, Ebu Talha’nın hoşuna gitti; gözü ve zihni ona bir müddet takılı kaldı. Sonra kendine gelip namaza devam etmek istedi. Baktı ki , kaç rekat kıldığını bilmiyor. Bunun üzerine:
“Vallahi, bana şu malım yüzünden bir fitne isabet etti de kaç rekat namaz kıldığımı dahi bilemedim.” dedi. Hemen Rasulullah (sav) a gelip durumu anlattı. Sonra da:
“Ey Allah’ın Rasulü ! Şu bahçem Allah için sadakadır. Onu dilediğin yere sarf eyle” dedi.(Muvatta-İ.Malik)
Onlar namazla aralarına giren her ne olursa olsun çekip kenara koya biliyorlardı… Namazda huşuyu zedeleyecek her şeye duyarlı idiler… Çünkü onlar haşî idiler, asi değil… Huşu ve haşyetle dolduktan sonra namazın lezzetini başka şeyler vermiyordu…
Yukardaki örnekleri çoğaltabiliriz… Ancak bizden beklenen kendi örnekliğimizdir… Şimdi kendi namazlarımızda nasıl bir yeterlilik ve nitelik üzere olduğumuza bakmamız gerekiyor…
Kıyamları, kıraatları nasıl yaşıyoruz ? Secde de bir rabbani yakınlık hissediyor muyuz? Namazda bir güzellik, bir derinlik, bir zenginlik yakalayabiliyor muyuz ? Rabbimize arzettiğimizde yüzümüze çarpılmayacak bir namazımız var mı? ” Olmaz olsun namazınız!” denilmeyecek, yüzümüzü kara çıkarmayacak bir namaza sahip miyiz?
Evet, huşu katmadığımız bir namazın kıymeti yoktur… Namaz kılarken ruhumuzda, bedenimize eşlik etmiyorsa, o namaz , dostlar pazarda görünsünler türünden bir oyalanmadır…
Huşusu çekilip alınmış bir namaz kültür fizikten başka bir şey değildir… İçi boşaltılmış bir namazla Allah’a gitmekten haya etmeliyiz…
Bilinçsiz ve huşusuz bir namazla Allaha yaklaşmak şurada kalsın, O’na uzak düşmek bile var…
Huşu içinde kılınmayan namaz, nerede kılınırsa kılınsın, kılan kim olursa olsun, manasızlıktır… Dinde riyakarlık ve biçimciliktir…
Namaz kılma zahmetine katlandıktan sonra Allahtan uzaklaşmayı kim göze alabilir ? Bunun ağır sonuçlarına kim katlanabilir? İster misiniz namazdan sonra size kalan sadece yorgunluk ve mahrumiyet olsun.!?
Biliyoruz ki şeytan namazı terk ettiremediği kişiye bu defa namaz kılarken musallat olur… Gaflet, kasvet, evham, vesvese ve riya virüsleri ile namazın ruhu ile oynamaya başlar… Huşuyu zedeler… Bu durum namaza yönelik şeytani suikastlardır…
Bir sonraki hamle ise şudur: Mademki, huşu ile namaz kılamıyorsun o halde bırakı ver… Bu da ayrı bir tuzaktır… “İstediğim gibi olmadı” diyerek namaza isteksiz davranamayız…
O halde namazımızı şeytani müdahalelerden kurtarmalıyız… Namazı korumalıyız… Allah Rasulünün kıldığı namaza dönmeliyiz…
Takva örtüsüne bürünerek kılınan namaz, namazdır… Alçak gönüllülükle kılınan namazın gerçek anlamı, bütün hayatın anlamına güç katar… Namazdaki huşu insanın “eder”ine değil “değer”ine zenginlik sağlar…
Bu bilinçle hayatımıza namaz öğlesine girecek ki, artık namazda dünya işleri bizi meşgul etmeyecek… Tam aksine dünya işlerimizi yürütürken aklımız-fikrimiz namazda olacak…
Gecemize, gündüzümüze, yazımıza, kışımıza, ömrümüze, ölümümüze, mesaimize, tatilimize, özelimize, genelimize namaz girecek… Sürekli namazı soluyacağız…
Namaz bizi kuşatacak… Namaz bizi kuracak … Namaz bizi kılacak…
Acaba namazıma bir halel gelir mi endişesi ile tedirgin olacağız… Umulur ki, o zaman namaz dışındaki zamanlarımız bile namaz yerine geçecektir… Her an namazdaymış gibi bir ruh halini kuşanmış olacağız…
İşte bu seviyeye ulaşmanın ilk adımı:
Huşusu olmayan namaza tevbe…
Nasuhu olmayan tevbeye tevbe…


Namaz Çağrısı /Ramazan Kayan

Adam Olmak !



Adam Olmak !


Âdem ( adam ) olmak, bir iddiadır. Her iddia da bir ispat/bir bedel ister.

Âdem olmanın bedeli, Arapça yazılışında âdeta simge hâlinde gösterilmiştir.

Bu yazılışı mercek altına aldığımızda, bu hakikati daha yakından görürüz. Âdem bir elif ( ا ), bir dal ( د ) ve bir mim ( م ) harfinden oluşur. Birçoğumuzun bildiği gibi bu harfler, Âdem kelimesinde namazın simgesidirler.

Elif ( ا ); kıyamı, dal ( د ); rükûyu ve mim ( م ) de secdeyi imler. Bu basit yazılımın bize gösterdiği hakikat şudur: Ey âdemoğlu! Âdem olmak istiyorsan, kul olmak zorundasın. ALLAH’ın karşısında esas duruşa geçmek zorundasın.

Kıyam, rükû ve secde… İşte insan(âdem) olmanın anahtarları… ALLAH karşısında esas duruşa geçmek, eğilmek ve secdeye gitmek… İblis, bunları yapmadığı için şeytan oldu. Sureta insan olanlar da bunlardan kaçındığı için âdem olamıyorlar/olamayacaklar…

Âdem olduğunu söyleyen her kişi, önce esas duruşa geçecek, sonra eğilecek, sonra secdeye kapanacak ve insanlığa( er kişiliğe) adımını atacaktır. Burada eğilmek, alçalmanın değil, yücelmenin işaretidir. Bunlar da semboldür ve bunların da içinin hakkıyla doldurulması gerekir. Her kıyam, rükû ve secde ferdî hayatta doğruluk ve dürüstlüğe, güvene, şefkate, vicdana, merhamete, sevgiye vb.; cemiyet hayatında da dayanışmaya, yardımlaşmaya, kardeşliğe, adalete, özgürlüğe vb. değerlere karşılık gelmelidir.

İçi boş bir kıyam, bir rükû ve bir secdenin de bir anlamı ve karşılığı olmayacaktır. Âdem iddiası, hayat boyu ispat edilmesi gereken zor bir iddiadır. Hatta dünya hayatını âdemleşme veya âdemleşememe serüveni olarak da adlandırabiliriz. Kimi, iddiasını ispatlayacak, kimisi böyle bir iddianın farkına bile varamayacaktır.

Görünen o ki, birçoğu bu iddiayı kaybetmekle karşı karşıyadır. RABBİMizin birçok ayetinde de belirttiği gibi insanların birçoğu akıllarını kullanmamaktadır.

Âdem ( adam-insan ) olma meselesi, söylem planında kolay, eylem planında zor bir mesele olarak karşımızda hayatiyetini sürdürmeye devam ettirmektedir.



Eyüp Yıldırım

Duayı yaşamak



Unutmamamız gereken bir gerçek var ki; insan hayatını idame ederken aslında kendi kendine yeten bir potansiyeli taşımaz. Çünkü o yaratılmıştır ve her yaratılmış da bir yaratıcıya ihtiyaç içindedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde insan tam bağımsız bir varlık değildir şu yeryüzünde.
“Rabbiniz şöyle buyurdu; Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.”[1]


İnsanoğlu hayat maratonunu tüm hızıyla sürdürürken yaşamını sürdürdüğü ortamda kendi kendine yetmediği anları da yaşar. Çünkü insan acziyete düşebilecek güçsüz bir konumda yaratılmıştır. “Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah`tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir.”[2]

Hayatın her türlü problemine aklı sayesinde karşı koyma stratejileri geliştirme becerisine sahip insanın öyle anları vardır ki tükenmişliği yaşar. İnsanın kendi kendine yettiği ve kendi kendisinin yaratıcısı olduğu ütopyasını seslendiren anlayışın aksine kelimenin tam anlamıyla acziyeti yaşar. Bu hali yaşayanlar yani insanın kendi kendine yetebileceğini söyleyenler, hayatın belli bir aşamasından sonra bunalımlar içine düşerler. Zaman zaman da akli melekelerini yitirip işin sonunda intiharı bile düşünebilecek bir hal içine sürüklenirler. Unutmamamız gereken bir gerçek var ki; insan hayatını idame ederken aslında kendi kendine yeten bir potansiyeli taşımaz. Çünkü o yaratılmıştır ve her yaratılmış da bir yaratıcıya ihtiyaç içindedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde insan tam bağımsız bir varlık değildir şu yeryüzünde. Onun hal ve hareketlerine yön veren, onu her daim kuşatan onu bilip tanıyan ve ona, kendisi istediği zaman yardım edecek bir yaratıcıya sahiptir. Kendi başına, başıboş, amaçsız yaratılmamış, Allah tarafından bir amaca mebni olarak yaratılmıştır.

Her şeyi yaratan ve her şeyi kuşatan yüce Mevla insanı hassas dengeler üzerinde yaratmıştır. Öyle anları olur ki hayatın apansız gelişen olayları karşısında acziyet içinde kıvranır. Bir elin kendini bu acziyet çukurundan alıp çıkarmasını bekler. Ama öyle anlar olur ki onu içinde bulunduğu halden çıkaracak o el yaratılmışlar âleminde bulunmaz. Her şey ve herkes o anı yaşarken aciz kalmıştır. Umutlar tükenmiş, dayanacak dal kalmamıştır. Onu alıp kurtaracak, onun derdine derman olacak bildiği şu yaratılmışlar âleminde ne bir yol ne de bir yöntem kalmamıştır. İşte işin burasında o insan için yaratılmışların ötesinde melekût âlemine uzanan bambaşka yeni bir ufuk açılır ve oradan uzanan bir el kurtarıcı olur. Onu kurtaracak o el melekût âleminden yaratılmışlar âlemine uzanır. İşte o el yaratıcının elidir. Yaratıcı tecelli eder ve kullarının acziyetlerini giderecek kalp sekinetini ve kulun istediği yardımı bahşeder.

“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım, onlarla beraberim, dualarını işitir, yakarmalarını görür ve halleri­ni bilirim. Bana iman ve kalp huzuru ile dua edenin duasını kabul ederim. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulsunlar”[3]

Geçen yakın günlerimde benim yaşadığım olay işte tam da böyle bir hali resmediyordu. Oğlumuz Ahmet Yusuf henüz 2 yaşında. Ailevi Akdeniz Ateşi hastalığı teşhisi konmuştu yakın bir tarihte. Bu hastalığın tek bir ilacı var. Colchicum… Tatlı bir tada sahip bu hap. Bizim ufaklık annesinin yanında olmadığı bir zaman zarfında ayağının altına aldığı bazı nesnelerin yardımıyla çekmecede duran bu hapları alıp şeker niyetine 20–25 adet yemesin mi! Çok tehlikeli olduğunu bizlerde vakadan sonra öğrendik. Yıllardır benim de kullandığım bir hap. Ama ben bu kadar tehlikeli olduğunu şimdiye kadar bilmiyordum. Çiğdem tohumundan esinlenerek yapılmış bu hapın fazla da tehlikeli olmadığı kanısındaydım. Biraz pahalı bir yöntem de olsa öğrendik! Annesi olayı fark eder-etmez çocuğu en yakın sağlık merkezine götürmüş ve orada midesini yıkamışlar. Kısa bir tetkikten sonra da hapın çok tehlikeli olduğunu ve bir araştırma hastanesinde müşahedeye alınmasını talep etmişler hastane yetkilileri.

Olaydan haberdar olduktan hemen sonra çocuğu alıp Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Acile götürdük. Kısa bir tetkikten sonra çocuğu hemen yoğun bakım ünitesine aldılar. Zira olay çok tehlikeli boyutta idi. İlacın yüksek dozda alınması durumunda tehlike sınırı yetişkinlerde 0,4 mg, ölüm sınırı 0,8 mg iken bizim çocuğun aldığı ilaçlar 0,88 mg’dı. Bu miktar da çok tehlikeli bir boyut arz ediyordu. Yetkili doktorumuz, kendilerinin her türlü gayreti ortaya koyacaklarını ama bu dozda ilaç kullanan birinin yaşama şansının olmadığını söyledi. Gerçekten de 6 günlük yoğun bakım döneminde görevli ekipman tıbben ellerinden gelebilecek her yolu denedi. Doktorumuz olayın ilk saatlerinde bize çocuğumuzu her an kaybedeceğimizi bize söylemiş, fazla da ümitli olmamamız gerektiğinin altını çizmişti. Zira bu ilaç çok tehlikeliydi ve bu kadar yüksek bir dozda alınmasının kesin ölümle sonuçlanması her an mümkündü. İlacın her an bedenin tüm metabolizmasını iptal etme özelliği vardı. Bunun gerçekleşme süresi 72 saatlik kritik saatin her anında olabilirdi. İşte bu açıklamalardan sonra bizim de duygu dolu, korkulu ve endişeli saatlerimiz başladı. Sanki içimden volkanlar patlıyordu. Dışardan ne kadar sakin ve endişeli gözüküyor olsam da içimden adeta yanardağlar patlıyordu. Doktorlar her an kaybedebiliriz dediklerinde, sağlık olsun! Allah’ın dediği olur! Tepkisini vermiştim.

Hayatımın her anında birazda kaderci anlayışımdan kaynaklanır, Allah ile olan ilişkim farklıdır. Bir şey istersem önce onu Allah’tan isterim. Çabamı ondan sonra ortaya koyarım. İşimiz duaya kaldı! Anlayışından beriyim çünkü. Bizim işimiz zaten hep dua iledir. Bu esnada da rabbimle olan diyalogum çok farklıydı. Ona sonsuz güvenim daha da sonsuzlaştı. Bir şeyi daha itiraf edecek olursam bu sürede birçok dostumun yakın alakalarına ve içten samimi duygularına şahit oldum. En önemlisi de dostlarımızın ellerini Allah’a doğru açıp Rabbimizden küçük Ahmet Yusuf için şifa temenni etmelerine şahit olmaktı. Bu tarif edilmez bir duyguya gark etti bizi. Bizim için seferber olmuş bir dua kervanı vardı karşımızda. Kur’an Kurslarında okuyan tanıdığımız dostlar vesilesiyle tanımadığımız ama şükranla bahsetmeyi görev bildiğim öğrenci kardeşlerimizin okuduğu yasinler ve yapılan dualar şunu iddia edebilirim ki küçüğümüzün bize dönmesine vesile oldu. Tıbbın gücü ve umudu yoktu. Tıb acziyetini olayın ilk saatlerinde belirtmişti. Ama tıbben yapılan tüm uğraşlara Allah’tan talep edilen şifa niyazlarıyla Ahmet Yusuf, her geçen saat hayata bir başka tutundu. Rabbime sonsuz teşekkürlerimi ilettim ve iletmeye de devam edeceğim. Benim inancıma göre bu tamamen duanın gücüydü. Bundan başkaca da düşünemezdim. Evet dediğim gibi tıp elinden geleni yaptı ama bu konuda tamamen aciz kaldığını deklare etti. Ekipmandan sorumlu doktor arkadaş, biz elimizden geleni yapıyoruz, yapacağız da ama çocuğu her an kaybedebiliriz diyordu. Hatta ikinci gün, bugün büyük ihtimalle çocuğu kaybedeceğiz diyordu. Ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: İyileşmesi için mucize gerekli ama mucize de beklemeyin! Onlar kritik 72 iki saatin ilk 48 saati içinde kalp, karaciğer ve böbreklerin fonksiyonlarını tatil edeceğini, bir iç kanamanın gerçekleşip ölüm olayının gerçekleşeceğini bekliyorlardı. Hoş biz ölümün Allah’ın emri olduğuna ve her nefsin bir gün ölümü tadacağına[4] zaten inanmış insanlarız. Ama bize Allah’tan ümit kesmek yaraşmaz. Ve tıbbın her saat ölümünü beklediği çocuğumuzun her yeni tahlili adeta mucize yaratıyordu. Bize şayet yaşarsa en az 10 gün yoğun bakımda kalacağımız, normal serviste de uzun süre kalabileceğimiz söylenip duruyordu. Hatta saçlarının komple döküleceği ve bir takım kalıcı izler taşıyabileceği de söylendi doktorlar tarafından. Ama kritik 72 iki saat ve ilerleyen saatler yoğun bakımda 6 normal serviste de 1 gün kalmamız için yeterli oldu. Hamdolsun rabbime. Biz ondan hiç ümidimizi yitirmedik. O da ümitlerimizin yeşermesi için her zaman yanımızda idi. Onu hissediyorduk. Doktorumuzun bize beklemeyin dediği mucize gerçekleşti ve kısa sürede taburcu olduk. Çocuğumuzun saçları da dökülmedi. Olumsuz hiçbir şey gerçekleşmedi. Tamamen duanın gücüydü bu.

Bu olay bana hayatımızda kaçırdığımız başka bir gerçeği de hatırlattı. Hayatımızın her alanında karşılaşacağımız sorunlarla mücadele ederken toplu dua seanslarının var olması kaçınılmaz gerçekliği… Duanın gücüne inanıyordum. Nitekim “Resulüm! De ki: Kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!”[5] Buyuran Yüce Allah’ın bu sözünü okuduktan ve dua ile ilgili ayet ve hadislere vakıf olduktan sonra bu eylemden beri olmak elbette ki bizim uzak olmadığımız ve inandığımız bir husustu. Ama Ahmet Yusuf olayında biz duayı yaşadık doğrusu. Duanın yaşanır bir hakikat olduğu bizlerin hayatında deklare oluyordu. Hayatın hiçbir alanında Allah’tan bağımsız olunamayacağını, umutların tükendiği her anda Allah’ın devrede olduğunu yaşamak elbette ki bilmekten daha ötede bir duygudur. Yüce Allah’a sonsuz hamd ve senalar olsun.



--------------------------------------------------------------------------------

[1]Ğafir 60
[2] Rum–54
[3] Bakara:186
[4] Ankebut:145
[5] Furkan:77

alıntı

Siyaset niçin yapılır?





Siyaset niçin yapılır?
Siyaset üç şey için yapılır:

1. Komisyon için.

2. Vizyon için.

3. Misyon için.

Misyonsuz siyaset yapanlar, genellikle siyaseti komisyon için yaparlar. Yap siyasetini al avantanı cinsinden.

Bu memleketin başına öteden beri tebelleş olan mebzul miktarda siyaset komisyoncusu vardır. Siz komisyoncu siyasetçiyi çok iyi tanırsınız. O, milletin malını babasının malı sanır. Pişkindir. “Verdimse ben verdim” diyen bir tiptir mesela.

Siyaseti komisyon için yapar. Onun için de hiçbir misyonu yoktur. Hiçbir sabitesi yoktur. Önderi Makyavelli’dir. Tek ilkesi vardır: Çıkar. Siyasetinin ekseni yoktur. Aslında kendisinin ekseni yoktur. Onun için tek eksen vardır: Dün dündür bugün bugündür.
Komisyoncu siyasetçi, kendisini “düdükçü” yerine koyar. İşi, parayı verene düdüğü çaldırmaktır. Hepsi bu.

İkincisi vizyon için yapar. Siyaseti vizyon için yapanlar, onun “havasına” tav olurlar. Görenler önünde düğme iliklesinler, “vekilim” desinler, “başkanım” desinler, “efendim” desinler, “bakanım” desinler de, canını alsınlar.

Dedik ya, onun siyaset yapma gerekçesi “vizyon” içindir. Siyaset kendisine albenili bir vitrin sağladığı için siyasete soyunmuştur. Her şey gösterişe ayarlıdır. Siyasete kattığı en ufak değer olamaz böylelerinin. Aksine kendileri siyasete “değer almak” için girerler. Çünkü kendi başlarına her hangi bir değerleri, her hangi bir kıymetleri yoktur.

Oturdukları koltuğa değer katmazlar. Aksine tüm değerleri o koltuktan aldıklarıdır.

Bazen öylesine değer yoksunu olurlar ki, sırf bir vitrine dönüşürler. Böylesi durumlarda sırtlarındaki elbise içindekinden daha fiyatlı olabilir.

Siyaseti komisyon için yapanlar siyasetin “eşek arısıysalar”, siyaseti vizyon için yapanlar da siyasetin “yalancı peteğidirler”. İçlerinde bal olmaz. Balsız petek olmak onları pek de rahatsız etmez. Geriden petek gibi görünmelerini kârdan sayarlar.

Üçüncüsüne gelince...

Bunlar siyaseti misyon için yaparlar. Ne komisyon için yapmaya, ne de vizyona tav olmaya tenezzül etmezler.

Misyonları bittiğinde siyasette onları kimse tutamaz. Onlar bal tuttukları parmakları bile yalamak yerine yıkamayı tercih ederler. Elleri yapış yapıl değildir. Siyasetin katma değeridirler.

İyi de, bir şeyi misyon için yapmak, ancak belli bir “iddia”, bir “dava”, bir “ideal” sahibi olmakla mümkündür.

İdeali olmayanın misyonu mu olurmuş? Davası, iddiası olmayanın misyonu ne ola ki?

Siyaset yapan eğer Müslüman biriyse, elbette onun davası “iman davası”dır. O yaptığı siyaseti imanından bağımsız değerlendiremez. Allah’sız bir hayat alanı tasavvur edemez. Ederse Müslüman olamayacağını bilir. Siyaset alanını da Allah’tan arındıramaz Müslüman.

Dolayısıyla o, “Paranın dini imanı mı olurmuş?” deyip de dinsiz imansız parayı yücelten, yani manevi bir “kara para aklama operasyonu” yapanların durumuna düşmez. Kara siyasetten kaçar. “Siyasetin dini imanı mı olurmuş?” demez, diyemez. Onun için insanın tüm eylemleri dinli imanlı ve ahlaklı olabileceği gibi dinsiz imansız ve ahlaksız da olabilir.

O ne yaparsa yapsın yaptığının “salih amel” olma niteliği kazanması için çaba sarf eder. Siyaset de bir ameldir. Dolayısıyla siyasetin de “salih” olanı, “kazip” olanı, “fasık” olanı, “facir” olanı vardır. Fasık ve facir siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçar. Salih siyaset yapmak için çırpınır. İşte siyaseti misyon için yapan bir mümine düşen de budur.

MUSTAFA İSLAMOGLU

Kur'an' da insanın terbiye süreci




Kur'an' da insanın terbiye süreci
Kişi kendisini, yaratanının öngördüğü şekilde, onun Kitabına uygun olarak terbiye edebilirse doğruyu bulmuş ve hidayete gelmiş olacaktır. Çünkü özünde Rahmani terbiyeyi içermeyen bir kulluk, her zaman eksik ve hatalı olacaktır. Rahmani terbiyenin kaynağı ise Kur`an`dır.
Kur``an, bir hidayettir, Kur`` an Rahmettir. Kur``an insanı zulumattan nura çıkartır. Kur``an gönüllere bir şifa, hakkı batıldan ayıran furkandır. Ancak tüm bunlarla birlikte, Kur``an gerçek bir terbiye kitabıdır.
İnsanı Allah yaratmıştır, onun olumlu ve olumsuz yönlerini, açmazlarını, düşkünlüklerini, zaaflarını ve onlardan nasıl kurtulacağını ve nasıl terbiye olacağını "O" göstermiştir.
Yüce Allah bir Rab``dir. Rab: İnsanı en iyi eğiten, öğreten, yetiştiren, insanı terbiye edip, asıl yurda (ahirete) hazırlayandır.
... Arınmayı içten arzu eden adamlar vardır. Allah temizlenip arınanları sever (Tevbe-108)
...Kim temizlenip arınırsa, artık o kendi nefsi için temizlenip arınmıştır. (Fatır-18)
Temizlenip arınmak, terbiye sürecinin başlangıcıdır. Bir insanı önce ailesi, sonra çevresi, daha sonrada (eğer yapabilirse) kendisi terbiye eder. Ancak en ideal ve doğru olanı, onu yaratanının terbiye etmesidir. Bu ise ancak, O``nun bize indirdiği Kur``an``a yönelmekle mümkün olabilmektedir.
Kur``an``ın hangi ayetine bakarsak bakalım mutlaka olgun bir imana ve Allah``a kulluğa çıkacak şekilde indirilmiştir. Tüm ayetler birbirini tamamlar ve hiç birisinde en ufak bir tenakuz yoktur. Yine Kur``an``ın hangi ayetine bakarsak bakalım, mutlaka insanı onaran ve terbiye eden bir yönü vardır. Çünkü bu kitap mutlak mürebbi olan tarafından insanın terbiye edilmesi için indirilmiştir.
Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi Allah insanın temizlenip arınanları sever. İnsanın temizlenip arınabilmesi için kirlenmiş olduğunu fark etmiş olmalıdır. O yüzden kişi mutlaka önce kendisini tanıma sürecine girmeli, kendisini anlamalı ve nasıl ve neden terbiye olması gerektiğine iyice ikna olmalıdır. Çünkü her terbiye süreci uzun bir yol alır, zahmetlidir ve birazda insana acı verir. Çünkü kişi, alışkanlıklarından ve alıştığı hayattan kolay kolay vazgeçmek istemez.
Doğrusu biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. (Tin-4-5)
Rahman, yukarıdaki ayette insanın şeklen, biçim olarak en güzel biçimde yaratıldığını, ancak buna mukabil insanın diğer yönü olan yani nefsi yönünün aşağıların aşağısına çevrildiğini söylüyor. İşte insanın dünyadaki yaşama gayesinin en başında yer alan durumlardan bir tanesi de bu ayettir.
Yani biçim olarak en güzel şekilde yaratılmış olan insanın, ruhi olarak ta ona denk hale getirilip terbiye edilmesi gerekir. Allah insandan onun sorumlu olduğu şeyleri ister, sorumlu olmadıklarını ise istemez. Allah insandan organlarını daha iyi yapmasını istemez, vücudunun şeklini değiştirip başkalaştırmasını istemez. Ancak nefsini tanımasını terbiye etmesini, güzelleştirip olgunlaştırmasını ister.
Ey Ademoğlulları, içinizde size ayetlerimi haber veren elçiler geldiğinde, kim sakınır ve (davranışlarını) düzeltirse onlar için korku yoktur, onlar mahsunda olmayacaktır. (Araf -35)
Kişi kendisini, yaratanının öngördüğü şekilde, onun Kitabına uygun olarak terbiye edebilirse doğruyu bulmuş ve hidayete gelmiş olacaktır. Çünkü özünde Rahmani terbiyeyi içermeyen bir kulluk, her zaman eksik ve hatalı olacaktır. Rahmani terbiyenin kaynağı ise Kur``an``dır.
Ben nefsimi temize çıkartmam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediğinin dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. (Yusuf -53)
Nefse ve ona ``bir düzen içinde biçim verene``. Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene. Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Onu örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems- 7-8-9-10)
Artık kim taşkınlık edip azarsa ve dünya hayatını seçerse, şüphesiz cehennem (onun için) bir barınma yeridir. Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevadan sakındırırsa, şüphesiz cennet (onun için) bir barınma yeridir. (Naziyat -37-38-39-40-41)
İnsan nefsi karmaşık bir yapıya sahiptir. Sorunlar yumağıdır. İnsana kötü ve yanlış şeyleri güzel ve çekici gösterme özelliğine sahiptir. İnsan, nefsinin etkisinde kalarak yanlışa meyleder. Nefis her zaman "nefis" olan şeyleri isteyerek insanın dikkatini dağıtır ve onun iyiliklere ulaşmasını engeller. Nefis bunu yaparken, kendisinin adeta akıl hocası olan şeytanının sözünü dinler. Çünkü şeytan nefsi iyi tanır, onun nelerden hoşlanacağını çok iyi bilir. Şeytandan korunabilmek için, insan mutlaka ``muhsin`` ve ``muhlis`` olmalı, kendisini tanıma sürecine girmeli. Kendi öz muhasebesini yapmalı, hareketlerini davranışlarını tanımalı, bunları nasıl olgunlaştırıp düzelteceğini düşünmelidir. Bu eylemi yaparken de Yüce Yaratıcısını hiç unutmamalı ve onun Kitabullah``ını önüne koymalıdır. Bizi yaratan ve bizi her şeyiyle en iyi tanıyan ``O`` olduğuna göre O``nun Kitabı ve O``nun güzel Resulü``nün sünnetleri bizi terbiye etmelidir.

KUR`AN İNSANI NASIL TERBİYE EDER?

Kuran``ı Kerim``in inzal (iniş) sırası, aslında Allah (c.c)``ın insanlığı terbiye sürecidir. Rahman katında elimizdeki mevcut haliyle mahfuz olan Kitabullah, elimizdeki şekliyle inmemiş, terbiye süreci dikkate alınarak aşama aşama tedrici olarak inmiştir. Yine Kur``an, birçok ayette açıklar, izah eder, emreder ve yasaklar. Bu insanlığın Kur``an``a göre terbiye süreci dikkate alınarak bir uygulama yapılacak ise, aynı yolun izlenmesi gerektiğinin de ayrı bir delilidir.
Kur``an insanı terbiye ederken ``üç aşmalı`` bir yol izler.
Birinci aşama; zihnin terbiyesi.
İkinci aşama; kalbin terbiyesi.
Üçüncü aşama; amellerin (hayatın) terbiyesidir.

Bu aşamaları uygularken asla aceleci bir tavır sergilemez. Her zaman tedrici bir üslup benimser. Unutulmamalıdır ki, Kur``an başında, Kâinatın en güzel insanı (s.a.v.) olduğu halde terbiye süreci 23 senede tamamlanmıştır. Değişim ve terbiye kolay değildir. Çünkü insan doğası, bir değişime direnç gösterir. Zihnin ikna süreciyle yumuşama gösterir, ameli uygulama ile olgunlaşır. İşte bu noktada terbiye sürecinin varmak istediği yerdir. Sonuçta artık insan, zihni, kalbi ve ameli terbiye sürecini tamamlamış olur.

1. ZİHİN TERBİYESİ
Zihin; insan neslinin, beyni ve aklı ile gerçekleştirdiği tüm tefekkür ve tasavvur faaliyetlerinin hepsine birden verilen isimdir. İnsanı sevk ve idare iki mekanizma vardır. Bunlardan birincisi zihin, ikincisi kalptir. Zihin duru ve düzgün olursa, kişinin kalbi de hayatı da duru ve düzgün olacaktır. Eğer zihinde kirlenmeler ve şüpheler (marazlar) baş göstermişse artık ikinci idare mekanizma olan kalpte de kirlenmeler ve marazlar oluşmaya başlayacaktır.
İşte bu yüzden Rahman, insanın terbiye sürecine zihin tasavvurlarında ki sorunların ve yanlışların düzeltilmesinden başlar. Bir insanın zihnindeki doğru bilgiler eksikse, ya hevasından ya da hayalinden konuşmaya başlar. Bu da insanın helakini getirir. Rahman bu yönünü terbiye etmek ve işe doğru zihin inşaasından başlamak istediği için,
"Oku, yaratan Rabbi``nin adı ile" (Alak- 1)
"Kur``an``ı tertil üzere (ağır ağır/ düşünerek) oku" (Müzemmil- 4)
Diyerek, Kur``an``î terbiyenin nereden başlaması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.
Kişinin zihinde aydınlık ve hakikat yoksa orayı karanlık ve cahillik doldurur. O yüzden insan okumalı, anlamalı ve terbiye olmalı. Ama neyi okumalı ve nasıl okumalı? İşte bu iki soru, insanı çok düşündürmüştür. Ancak ayete tekrar dönecek olursak, birinci soru olan neyi okumalıyız sorusunu, insanı Allah``a ve hakikate götürecek bilgi ve hikmet olduğunu anlayabiliriz. Çünkü Allah, bizim okuyarak O``dan uzaklaşmamızı değil, aksine O``na yaklaşmamızı ve yola girmemizi arzu eder. Yine Peygamber Efendimizin (sav),
"Faydasız ilimden sana sığınırım", sözünden okumaktan kastın, fayda sağlamak olduğu da anlaşılmaktadır.
İlk inen ayette ki ikinci dikkat çekici nokta ise ``Rabbi``nin adı ile`` ifadesidir. Bu ifade ikinci soru olan, nasıl okumalıyız sorusunun cevabının oluşturmaktadır. Eğer Allah (c.c) bir Rab ise ki öyle, o zaman O``nun bizi terbiye etmesine müsaade edici olarak, ama mutlaka O``nun adıyla okumalıyız. O``nun adı anılmadan başlanan her iş, Hz. Peygamberin (s.a.v.) de belirttiği gibi eksiktir, güdüktür.
O yüzden insan Allah adıyla, Allah için ve Allah``ın kendisini terbiye etmesine müsaade ederek okumalıdır. Zihni, Rahman``ın öngördüğü doğru bilgilerle terbiye edilmiş insanın, artık kalbide ve hayatı da doğru üzere kurulacaktır. İşte Rahman``ın bizden istediği de budur.
Terbiye Olmamada Israr ve Müstağnilik:
Yine Rahman, terbiyenin başı olan ``Alâk`` suresinde,
"Hayır, gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğü için" (Alak- 6-7)
Ayet-i Kerimesi ile kişinin kendisini müstağni; yani zengin ihtiyaçsız, kimseye muhtaç olmayan olarak görmesinin azma sebebi olduğu ortaya koyuluyor. İnsanda yeterlilik duygusu önce zihinde başlar, oradan kalbe iner, kalbte ``kibir`` halini alır ve sonuçta kişinin bütün hayatını olumsuz etkileyen bir virüs gibi kişiyi sarar ve mahveder. Terbiye olmamak müstağniliğe, müstağnilikte azgınlığa götürür. İnsanın müstağnilikten kurtulabilmesi için, yine aynı suresinin 12. ayetinde belirtildiği gibi takvalı olması gerekir.
Takva; İnsanda Allah``a karşı korkup sakınma, daha doğrusu Allah``ın rızasızlığından korkup sakınmadır. Bir açıdan da kişinin kendisini koruması anlamına da gelir. Eğer kişi bakış açısına ve hayatına dikkat etmeden yaşarsa sürekli kirlenecek, Allah``tan ve O``nun rızasından uzaklaşacaktır.
Rahman takvayı insanı örten bir elbiseye benzetir:
"Ey Ademoğlulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size süs kazandıracak bir giyim indirdik. Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu Allah``ın ayetlerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar" (Araf - 26)
Elbise, insanı dıştan gelecek olumsuz etkilere karşı nasıl korursa, takvada insanı manevi anlamda dıştan ve içten gelebilecek olumsuz durumlara karşı korur. O yüzden, terbiye mutlak anlamda ancak takva ile olgunlaşır.
"Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir" (Alak- 8)
İçinde bulunduğumuz hayatın, çoğu kez bizi sarıp kuşattığını ve bir yerlere doğru sürükleyip götürdüğünü fark etmeyiz. Ancak insan bu dünyada misafirhanededir ve döneceği yer Rabbinin yanıdır. Eğer hayatın bu acımasız dişlileri arasına kul kendisini kaptırır ve önce varacağı yeri sonra da Allah``ı unutursa, Allah ta onu unutur ve bu kişinin mutlak felaketi anlamına gelir. İşte Allah bu büyük tehlikeyi bize hatırlatarak bizim çok dikkatli olmamızı ve ``Ahiret terbiyesi`` içinde olmamızı ister. Ahireti unutmadan yaşayan insan, dünyayı olması gereken yere oturtur. Gözünde ve gönlünde büyütmez, dünyanın onup alıp götürmesine fırsat vermez. Sonuçta insan, nerede ne kadar kalacaksa oraya o kadar önem vermesi gerekir!
İşte bu, bir ahiret terbiyesidir.
Zihin Terbiyesinde Hak-Batıl ayrışması:
"Ve şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzeresin. Artık yakında göreceksin ve onlarda görecekler. Sizden hanginizin fitneye tutulup çıldırdığını. Elbette senin Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir." (Kalem- 4-5-6-7)
"Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. Şunlardan hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren. Hayrı engelleyip duran, saldırgan, olabildiğince günahkar. Zorba, saygısız, sonra da kulağı kesik. Mal ve çocuklar sahibi oldu diye. Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman, (Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır diyen" (Kalem -8-9-10-11-12-13-14-15)
Rahman, daha ikinci inen sure olan, Kalem suresinde iyilerle kötülerin, beyazlarla siyahların, aydınlıkla karanlığın arasını açmak ister. Çünkü siyah boya, beyaz boyaya ``bir kaşık`` karıştığında, artık beyaz hiç bir zaman saf beyaz olamayacaktır. Artık ``o`` kirlenmiş ve grileşmeye başlamıştır. Rahman bunu bildiği için kirlilerle temizlerin arasını açarak terbiye etmiştir. Ancak aslolan beyaz boyaların kendisini ``takva`` ile muhafaza ederek, yavaş yavaş kendi boyasından siyah boyalara aktarma yapmalı ve onlarında zaman içinde kendisi gibi beyazlaşmasını sağlamalıdır. İmani terbiye de bunu gerektirir...
Terbiyede ve Eğitimden Vazgeçmemek:
"Şimdi sen Rabbinin hükmüne sabret ve balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani O içi kahır dolu olarak (Rabbine) çağrıda bulunmuştu. Eğer Rabbinden bir nimet ona ulaşmamış olsaydı, mutlaka yerilmiş ve çıplak bir durumda atılmış olacaktı" (Kalem- 48-49)
Terbiye süreci zor ve zahmetlidir. Bazen, kendimizi terbiye sürecinde yol almış olsak bile, etrafınızı terbiye etmeniz zor hatta bazen imkânsızdır. İnsan böylesi bir durumda umutsuzluğa ve karamsarlığa düşmeden yolunu sabırla ve istikrarla, Hz. Nuh``un (a.s) kararlılığıyla sürdürmelidir. Rahman``ın beklediği ve doğru olan da budur.
"Allah``a söz vermişlerdi; Allah``a verilen söz ise (ağır bir) sorumluluktur" (Ahzâb- 15)
"Müminlerden öyle adamlar vardır ki Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimide beklemektedirler. Onlar hiçbir değiştirme ile (sözlerini-özlerini) değiştirmediler" (Ahzâb- 23)
İman ettiğini söylemek, Rahman``a bir çeşit ağır bir söz vermektir. Söz vermek zihin ve kalb işidir. İnsan haklılığına ve gerekliliğine inandığı bir sözü verir. Ancak insan çoğu kere söz verdiği zamanki hali üzere kalmaz. Çünkü insan yaşarken hayatına birçok yabancı tasavvurlar akar. Önce bunlara dönüp bakmaz. Ancak onlar hayatına akmaya tüm hızıyla devam eder. Önceleri pek itibar etmediği bu düşüncelere, sonraları acaba diyerek yaklaşır. İşte değişimin ilk başlangıç yeri burasıdır. İnsan bunu zihninde pek önemsemez ancak burası önemli kırılma noktasıdır. Çünkü zihin batılın haklı olabileceğine bir inanmaya başladığında artık kendisi olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır. Geri dönülmesi kolay olmayan bir yola yavaş yavaş girilmiş demektir.
Rahman, insanın inancının gelişmeye açık, olumsuz değişmeye kapalı olmasını ister.
Rahman, kendisine verilen sözlere sadakat göstermemizi ister.
Rahman bizim kendimizi başıboş bırakmamamızı ister. İnsan tüm bunları ancak komplekslerinden kurtulduğunda başarabilir. Çünkü kompleksler bozulmaların ana kaynağıdır.
Kompleksler ve kişisel zaaflarımız şeytanın en çok vurduğu yerdir.



Abdülhamit Kahraman