20 Ağustos 2009 Perşembe

Neden..?
Neden Hz Yakup yanında onca evladı varken illa Yusuf diye ağlayıp gözlerini kör eyledi? Sevgi sadece evlat sevgisi ise bu sevgiyi kendine yaşatacak hiç mi evladı yoktu?


Neden Mecnun illa Leyla deyip çöllere düştü? Mecnun için başka bir sevgili bulunamaz mıydı? Hiçbir kız Leyla’nın verdiğini veremez miydi Mecnun’a?

Neden Bülbül Gül için ağlayıp durdu hep? Gül’ün dikenlerinin her seferinde vücuduna batıp kendisine acı vereceğini bildiği halde, neden Bülbül hâlâ güle konmaya, gülü koklamaya devam etti?

Zannediyor musunuz ki Yakup için Yusuf sadece bir evlattı?
Zannediyor musunuz ki Mecnun için Leyla sadece bir sevgili idi?
Zannediyor musunuz ki Bülbül için Gül sadece bir çiçekti?

Eğer sadece Yakup için evlat
Mecnun için sevgili
Bülbül için çiçek olsaydı anlam;

Ne Yusuf için gözler kör edilirdi ve gelene kadar dünyaya küsülürdü,
Ne Leyla için çöllere düşülür, ölümü ile ölünürdü,
Ne de Gül için onca dikenine rağmen gözyaşı dökülür ve hâlâ üzerine konulup kokusu koklanırdı …

Yusuf gelmeden kim açabilirdi Yakup’un gözlerini ?
Leyla ölünce kim yaşatabilirdi Mecnun’u ?
Gülü koklarken akan kanın kan olmadığını kim anlatabilirdi Bülbül’e?

Tek bir olan biri!

Yakub’un da Mecnun’un da Bülbül’ün de Rabbi olan ALLAH (c.c.)
Yusuf’un da Leyla’nın da Gül’ün de Rabbi olan ALLAH (c.c.)

İşte her şey tek bir şeyde cevap buluyor!
İşte her şey tek bir şeyde son buluyor!

O hükmü kestiyse O hükmü yazdıysa…

Sonu yok bu sevdanın O sonu kesmeden,
Açıklaması yok bu sevdanın sevdayı gönle yerleştiren açıklamasını yapmadan …

Yakup ne güzel oldu Yusuf ile …
Mecnun ne güzel oldu Leyla ile …
Bülbül ne güzel oldu Gül ile …

Aslında hepsi en güzel bir güzel ile güzel oldu:

Mevla ile!…

Selam ve Duâ İle..


alıntı..

13 Ağustos 2009 Perşembe

Mutlu Ve Huzurlu Olma Sebebi Sizde de Mevcut!


……. sahip olanları mutlu kılan şeye sizin de sahip olduğunuzun farkına varın..

Gözleri görmeyen, ayakları yürümeyen kötürüm adamı mutlu kılan varlığın sizde daha fazlasıyla mevcut olduğunu unutmayın!
İşte hepimize mutluluk dersi veren kötürüm adamın muhteşem hayat anlayışı! Birlikte okuyoruz:
Gözleri yumuk, ayakları çarpık kötürüm adam, yol kenarındaki ağacın gölgesinde ellerini açmış, göremeyen gözlerle boşluğa yönelerek dua ediyor:
- Ey birçok zengine vermediği nimetleri bana veren Rabb’im, yaprakların, yıldızların sayısınca Sana şükürler olsun!

Oradan geçmekte olan İsa aleyhisselam, bu mutlu adama yaklaşıp sorar:
- Ey Allah’ın kulu, senin üzerinde ne nimetler vardır ki, birçok zengine vermediği nimeti bana veren Rabb’im, diye dua ediyorsun?
Kapalı gözlerle sesin geldiği tarafa yönelerek cevap verir kötürüm adam:
- Rabb’im bana öyle bir kalp vermiştir ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiştir ki o dille de O’na şükrediyorum. O’nu tanımaktan daha üstün nimet, O’na şükretmekten daha büyük hidayet olur umu? Halbuki, nice zenginler, sıhhatliler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor da:

- Nice zenginlere vermediği hidayet nimetini bana ihsan eden Rabb’ime, yaprakların, yıldızların sayısınca şükür etmekten kendimi alamıyorum!..

Bu cevap üzerine adamın önünde diz çöken İsa aleyhisselam, yumuk gözlerinden sevgi ile öper.
Peygamberin dudakları değen gözler anında cam gibi açılır. Şaşıran adam, tebessümle baktığı İsa aleyhisselama:
‘Sen, der şu ölüleri diriltip hastalara şifalar veren mucizelerin sahibi İsa Peygamber olmayasın?’
‘Belli olmuyor mu?’ deyince de; ‘Gözlerimden belli oldu ama ayaklarımdan henüz belli değil.’ cevabını verir. Bunun üzerine: ‘Silkinip kalk bakalım, belki ayaklarından da belli olur.’ der. Hemen silkinip kalkan adam ayaklarının da düzeldiğini anlayınca ilk sözü şu olur:
- Ey Allah’ın Nebisi, izin ver de sahip olduğum şu eşsiz nimetlerin şükrü için hemen şükür secdemi yapayım.’ diyerek secdeye kapanır ve der ki:

- Ey Rabb’im, seni tanıyan bir kalple şükreden bir dil nimetinin şükründen acizken, şimdi Sen bana gören iki tane göz, yürüyen iki tane de ayak ihsan ettin, bu nimetlerin şükrünü nasıl ödeyeceğim şimdi ben?..

Bu sırada toplanan halk, İsa aleyhisselamın elini öpmek ister. Ancak Allah’ın Nebisi der ki:
- Eli öpülecek insan, sahip olduğu nimetlerin farkına varan şükür secdesindeki şu insandır. Onun elini öpün! Derler ki:
- O’nu secdeye indiren nimetlere bizler taa doğuştan sahibiz, ama böyle şükür secdesine varacak derecede sevindirici bir nimete sahip olduğumuzun biz hiç farkına varmadık.

İsa Nebi’nin muhteşem cevabı şöyle gelir:
- Düşünen insan, sahip olduğu nimetlerin farkına varır, düşünmeyen insan da kendini o nimetlerden mahrum sanır!.. Kitaplık çapta bir cevap.
- Ne dersiniz? İsa Nebi’nin kitaplık çaptaki son cümlesi bize de bir şeyler söylüyor mu? “Düşünen insan, sahip olduğu nimetin farkına varır mutluluk duyar, düşünmeyen insan da kendini o nimetten mahrum sanır, mutsuzluk hisseder!.” Biz de düşünsek, O’nu tanıyan bir kalple şükreden bir dil nimetine bizim de sahip olduğumuzun farkına varacak, kötürüm adamın duyduğu mutluluk ve huzurun daha fazlasını biz de duyacak mıyız? Öyle ise yazımızın başlığı doğru mudur?

“Dikkat: Mutlu ve huzurlu olma sebebi sizde de mevcut!” Ne dersiniz, düşünmeye değer mi?
alıntı

Her An Bir Sırattır


Sırat
Ötelerde değil, yanı başımda ve şimdi
İçinde yaşadığım, bulunduğum ‘an’da adımlıyorum o köprüyü.
Ya geçiyorum ya da düşüyorum.
Dünyanın,
Sırat köprüsünün görünen kısmına verilen diğer bir isim olduğunu kavrıyorum o an.
Varlık âlemi, nasıl da bir var bir yok arası titreşiyor, hayret!
Resmen titriyor.
Sanki, sonsuz bir karanlıkta an-be an flaşlar patlıyor.
Her şey,
Varlık sahnesinde boy göstermeye başladığı an da,
Yokluğun uç sınırına da varıveriyor.
Atom boşluk, hücre boşluk, dünya boşluk, uzay boşluk
Zerreden küreye her şey boşlukta asılı durmakta,
Ve yokluğun o uç sınırına kadar geliveriyor.
Öyleyse, ‘yokluğun uç sınırıdır dünya’ diyorum,
‘Adımladığımız sırattır.’
Önce, felsefe gözüyle bakıyorum.
O sıratın altındaki boşluğu ve yanı başındaki yokluğu gözlüyorum.
En küçüğünden en büyüğüne,
Her şeyin nasıl olup da yokluğa yuvarlanıvermediğine hayret ediyorum.
Müthiş bir hızla adımlıyorlar sıratlarını ama düşmüyorlar!
Neden sonra, yumuşak ve sonsuz bir iple varlık âleminde asılı olduklarını fark ediyorum.
Acizliklerine rağmen, ne kadar da haşmetli duruyorlar öyle.
‘O gördüğün vahdet ipidir’ diyor bir ses, ‘seni dağılmaktan kurtarıyor.’
Kulak veriyorum, uzaklardan ama yanı başımdan geliyor:
‘Uzatılan rahmet ipine neden bağlanmıyorsun?’ diyor,

‘Din gününün sahibi olan âlemlerin Rabbine.’
Önce uzak görüyor, ciddiye almıyorum.
Oysa Yaratıcıyla aramdaki bağı kopardığım her an da,
Sırattan düşüyorum ve kaybediyorum.
Bir koca deveyi yardan uçuran bir tutam ot misali.
Mânen dağılıyorum.
Dıştan bakınca var gibiyim, ama gerçekte yok oluyorum.

İşte o an cehennem hayatı da başlayıveriyor.
Sonra, yokluğun sınırından döndürülen her şeyi hatırlıyorum; vahdet ipini.
Din gününün sahibi olan âlemlerin Rabbini.
Kendimi de dâhil ediyorum, o müthiş tevhidin, her şeyin içine.
Kurumuş olan aklım, yeşermeye başlıyor vahyin ışığında.
Koca koca âlemleri içine alan bir kalbe sahip olduğumu fark ediyorum.
En önemlisi de, sevildiğimi.
İsteyerek, ‘iyyake na’büdü ve iyyake nestain’ diyorum.
Nurlanıveriyor sıratım.
Önde Resul-i Ekrem ve ardından milyonlar geçiyor o köprüden.
An be an.
‘İhdinas’sırat el-müstakîm. Sıratallezine en amte aleyhim’ diyerek.
Derken, felsefenin ayak seslerini duyuyorum cehennem tarafından.
Düşüyorlar maalesef, düşüyorlar
‘Gayril mağdubi aleyhim veleddallin.’ diyorum, hamd ederek.
Düşmemek için, Rabbime ‘Fatiha’ ile arz ediyorum halimi.
Açmak ve aşmak için o köprüyü..
Sırat! Ötelerde değil, yanı başımda ve şimdi.
Vahdet ipine sımsıkı sarıldığım ‘an’ da geçiyorum onu.
Ahirete aktarabildiğim ‘an’ da..!




alıntı