3 Aralık 2009 Perşembe

Andolsun Biz Kur’ an’ ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık


Andolsun Biz Kur’ an’ ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık

Allah’ın emirlerini öğrenebileceğimiz tek kaynak olan Kuran’ı Kerim 1400 yıl önce peygamber efendimize vahyedilmiştir. İslamiyetin temellerinin anlatıldığı Kutsal Kitabımız Kuran, bugün insanlar tarafından titizlikle korunan, saygı duyulan ancak okunmayan bir kitap olarak raflarda ya da duvarlarda asılı halde korunmaktadır. Oysa Kuran bizlere öğüt almamız, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemiz için indirilmiş bir rehberdir.

‘Andolsun Biz Kur’ an’ ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?’ (Kamer Suresi, 17)
Günümüzde insanların çoğu dinimiz hakkındaki bilgileri Kuran’la örtüşmeyen kaynaklardan öğrenmekte, bu da yanlış ve hurafelerle dolu din bilgisinin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Oysa Allah’ın emir ve yasakları Kuran’da açıkça bildirilmiştir. Kuran’la örtüşmeyen hatta tamamen tezat bilgilerden oluşan Kuran dışındaki kaynaklardan dini öğrenmek son derece sakıncalı bir durumdur.
‘Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’ a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’ a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.’ (Nahl Suresi, 116)

‘Biz sana bu Kur’ an’ ı güçlük çekmen için indirmedik.’ (Taha Suresi, 2) ayetinden de anlaşıldığı gibi, Kuran insanların güçlük çekmeleri için indirilmemiştir. Rabbimiz; ‘Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.’(Bakara Suresi,185) ve seni kolay olanda başarılı kılacağız.(A’ la Suresi, 8 ayetleri ile kullarına olan merhametini ve seçip beğendiği dininin kolay olduğunu bildirmiştir.

Allah kolaylık dilerken insanlar, İslam dinini icra edilmesi zor ve karmaşık bir hale getirerek Kuran ahlakından uzak toplumların oluşmasına neden olmaktadırlar. Dine uzak olup tanımak ve yakınlaşmak isteyen insanlar için bu yanlış bilgiler ve hurafeler olumsuz bir etki yaratmakta ve dinimizin yanlış bir şekilde anlaşılmasına sebep olmaktadır.

Bütün bunların dışında en önemlisi Allah’ın ayetlerinin yerine başka kaynakları önde tutmak ve onları uygulamak insanı şirke götüren büyük bir tehlikedir. ‘Gerçekten, Allah, Kendisi’ ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’ a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.’ (Nisa Suresi, 48)

Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’in: ‘Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’ an’ ı terk edilmiş (bir Kitap) olarak bıraktılar.’ (Furkan Suresi, 30) sözünden, Kuran’ın okunması gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, ‘Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum.’ (Ahkaf Suresi, 9) diyerek Allah’ın emirlerinin dışında bir şeye uymadığını anlıyoruz. Bu durumda bizlerin de sevgili peygamberimizi örnek almamız ve sadece vahyedilene uymamız gerektiği çok açıktır.

Dünya hayatına karşılık ahireti umanlar için ‘O (Kur’ an), alemlere bir ‘ öğüt ve hatırlatmadan’ başkası değildir.” (En’ am Suresi, 90) Ve (Bu Kur’ an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir Kitap’ tır. (Sad Suresi, 29) ayetiyle de anlaşılacağı gibi Kuran, kenara kaldırılmak ve unutmak için değil, okumak ve öğüt almak için indirilmiş mübarek bir kitaptır.
gulay ozturk Kasım 30, 2009

21 Kasım 2009 Cumartesi

Hayatın Ortağı Olmak

Hayatın Ortağı Olmak
Günümüzün ''ergen dünyası'' nı, bu dünyada geçerli olan ''ergen kültürü'' nü anlamaya çalışıyoruz. Çünkü bu yeni oluşumu anlayamazsak ''günümüz ergenleri' ' ile erişkinler arasındaki uzaklık daha da artacaktır. Yeni ''ergen kültürü'' nün özellikleri içindeki ''hedef seçememe'', "geleceğini planlayamama" "sorumluluk almak istememe", "kendini hiçbir şeye zorunlu saymadan çevresini her şeye zorunlu sayma'', ''çaba harcamadan elde etmek isteme'' gibi özellikleri nasıl açıklamalıyız? En önemli etkenler arasında ''sahip olma, elde etme ve kullanma'' ile bunları yapabilmek için ''çalışmak ve kazanmak gereği'' arasındaki bağı kopartan ''tüketim toplumu ideolojisi''dir . Bu ideoloji, henüz çalışmayan ve kazanmayan gençlere ''kredi kartı'' vermekte , ''cep telefonları olması'' nın normal olduğunu söylemekte, ''otomobil kullanarak özgürleşme'' yi önermektedir. Gençler de bütün bunlar için yıllarca beklemek yerine, bütün bunları sağlamanın anne babalarının görevi olduğunu düşünmekte , bunların ''kendi hakları olduğunu'' öne sürmektedirler.
Bizim yaşam kültürümüzün iki özelliği de ''tüketim toplumunun ideolojisi'' ile buluşmaktadır. ''Çocukların aşırı korunmasının ailenin görevi olduğu''na ilişkin yaygın tutum ile ''çocuklarla gurur duyma isteği'' . Bu iki özellik de çocukların ''yaşam standartları' ' na ailelerin -kimi zaman- ekonomilerinin üstüne de çıksa destek vermelerini sağlayan bir tutum yaratmaktadır.

Anne babaların şu sözlerini çok sık duyuyoruz:
* Biz (ya da ben) çocuklarımız için yaşıyoruz.
* Ne yapıyorsak onlar için yapıyoruz.
* Biz çok sıkıntı çektik, onlar bu sıkıntıları çekmesin istiyoruz.
* İlerde hayatın birçok haliyle karşılaşacaklar, bari şimdi mutlu olsunlar.
* Mutlu bir çocukluk dönemleri olsun.
* Biz gençliğimizi yaşamadık, onlar doya doya yaşasınlar.
* Bizim yapamadıklarımızı onların yapması bizi memnun ediyor.
* Her şeyleri var, neden çalışmadıklarını anlayamıyorum.
* Hiç sıkıntıya gelemiyorlar, istedikleri hemen olsun istiyorlar.
* Her istediğini yapıyoruz ama o bizim ne istediğimize aldırmıyor bile.
* Çok iyi çocuktur, ama arkadaşlarına uyuyor.
* Aklına hiç kötülük getirmez, ne söylense inanır.
* Böyle giderse nasıl yapacak bilmiyorum.

Bu sözlerin hepsi de birbiriyle bağlantılıdır. Bu sözlerin oluşturduğu merdiven basamak basamak çıkılmaktadır . Sonuçta erişilen yer de hiç kimsenin düşünmediği, hiç kimsenin istemediği bir yer olmaktadır. Neden?
Çocuklarımızı hayatımızın ortağı değil, refahımızın ortağı yapıyoruz da ondan. Neden ''hayatlarınızı çocuklarınıza adıyorsunuz?''
Neden ''çocuklarınız için yaşıyorsunuz?''
Neden çocuklarınıza ''istemedikleri şeyleri vermek için bunca çaba harcıyorsunuz? ''
Neden çocuklarınıza ''hak etmedikleri şeyleri elde etmeleri'' için yükümlülük duyuyorsunuz? Neden çocuklarınıza ''sorumluluk vermiyorsunuz? '' Şimdi almıyorlar, çünkü sorumluluk vermekte çok geç kaldınız.
Neden çocuklarınızı, ''yaptıkları yanlışlıkların sonuçlarıyla karşılaştırmıyorsunuz? '' Bu durumda, çocuklar ve gençler ''ailelerin onları her koşulda koruyacağını'' biliyor.
Çocuklar ve gençler, kendileri hiçbir şey yapmasa da, ailelerin onlar için her şeyi yapacaklarını öğreniyor.
Çocuklar ve gençler, geleceklerinin aileleri tarafından hazırlanacağına güveniyor. Onun için de kendine güvenmiyor, sorumluluk almıyor, kendisini hiçbir şey için zorlama gereğini duymuyor. Yapılması gerekenler yapılmaz, yapılmaması gerekenler yapılırsa sonuçlara neden şaşmalı? Lütfen, biraz düşünür müsünüz?

Erdal ATABEK'ten ailelerin sıkça karşılaştığı bir konuda süper bir tespit. Yukarıdaki sözlerin çoğunu ben de söylüyorum. Sonra da yapması gereken bir işi yapmayınca sinirleniyorum. Oğlumu, o duruma ben getiriyorum aslında sinirlenmem gereken kişi kendimden başkası değil, bunu farkettiğimde kendime bir kez daha kızıyorum.
Dersler açısından hiç problemimiz yok şimdilik umarım ilerde de böyle devam eder. Benim şikayetçi olduğum konu (şikayetim oğlumdan değil, benim O'na öğretemediğim konu) sıkıntıya gelememesi ve hemen pes etmesi. Bu da sorumluluk almasını etkilediğinden ilerde ciddi problemlerle karşılaşmaktan korkuyorum.
Belki de ben abartıyorumdur, bilemiyorum. "Bir insan her girdiği işte başarılı olmak zorunda değildir " diye avutuyorum sonra kendimi. Çevreme baktığımda çoğu ailede durum aynı, bu sorumluluğu öğrenmenin normal süreci bu mudur yoksa?

20 Kasım 2009 Cuma

DaMLaLaR...

DaMLaLaR...



Okumaktan zarar gelmez, oku, ama LaNeT okuma!
Emek ver, kulak ver, ama hiç bir zaman BoŞ verme!
Rakibini geç, sınıfını geç, ama hiç bir zaman GüLüP geçme!
Günlerini say, servetini say, büyüklerini say ama, hiç bir zaman YeRiNDe sayma!
Yaklaş, konuş, tanış, ama UzaKLaşma!

Hedefe koş, serhada koş, yardıma koş, ama oRTaK koşma!
Paranı ver, gönlünü ver, canını ver, ama SıRRını verme!
Elini aç, gözünü aç, kalbini aç, ama ağZıNı açma!
Zulmü devir, nefsi devir, ama CaN devirme!
Ev al, araba al, akıl al, ama BeDDua alma!
Eşini sev, işini beğen, aşını beğen, ama KeNDiNi beğenme!
Davet et, hayret et, affet, tövbe et, ama iHaNeT etme!
Satıcı ol, alıcı ol, kalıcı ol, bulucu ol, ama BöLücü olma!
Ne yap, ne yapma, itil, atıl, ama SaTıLma!
Seslen, uslan, ama YasLanMa!
Doğrul, devril, ama EğiLMe!

MEVLANA

20 Ağustos 2009 Perşembe

Neden..?
Neden Hz Yakup yanında onca evladı varken illa Yusuf diye ağlayıp gözlerini kör eyledi? Sevgi sadece evlat sevgisi ise bu sevgiyi kendine yaşatacak hiç mi evladı yoktu?


Neden Mecnun illa Leyla deyip çöllere düştü? Mecnun için başka bir sevgili bulunamaz mıydı? Hiçbir kız Leyla’nın verdiğini veremez miydi Mecnun’a?

Neden Bülbül Gül için ağlayıp durdu hep? Gül’ün dikenlerinin her seferinde vücuduna batıp kendisine acı vereceğini bildiği halde, neden Bülbül hâlâ güle konmaya, gülü koklamaya devam etti?

Zannediyor musunuz ki Yakup için Yusuf sadece bir evlattı?
Zannediyor musunuz ki Mecnun için Leyla sadece bir sevgili idi?
Zannediyor musunuz ki Bülbül için Gül sadece bir çiçekti?

Eğer sadece Yakup için evlat
Mecnun için sevgili
Bülbül için çiçek olsaydı anlam;

Ne Yusuf için gözler kör edilirdi ve gelene kadar dünyaya küsülürdü,
Ne Leyla için çöllere düşülür, ölümü ile ölünürdü,
Ne de Gül için onca dikenine rağmen gözyaşı dökülür ve hâlâ üzerine konulup kokusu koklanırdı …

Yusuf gelmeden kim açabilirdi Yakup’un gözlerini ?
Leyla ölünce kim yaşatabilirdi Mecnun’u ?
Gülü koklarken akan kanın kan olmadığını kim anlatabilirdi Bülbül’e?

Tek bir olan biri!

Yakub’un da Mecnun’un da Bülbül’ün de Rabbi olan ALLAH (c.c.)
Yusuf’un da Leyla’nın da Gül’ün de Rabbi olan ALLAH (c.c.)

İşte her şey tek bir şeyde cevap buluyor!
İşte her şey tek bir şeyde son buluyor!

O hükmü kestiyse O hükmü yazdıysa…

Sonu yok bu sevdanın O sonu kesmeden,
Açıklaması yok bu sevdanın sevdayı gönle yerleştiren açıklamasını yapmadan …

Yakup ne güzel oldu Yusuf ile …
Mecnun ne güzel oldu Leyla ile …
Bülbül ne güzel oldu Gül ile …

Aslında hepsi en güzel bir güzel ile güzel oldu:

Mevla ile!…

Selam ve Duâ İle..


alıntı..

13 Ağustos 2009 Perşembe

Mutlu Ve Huzurlu Olma Sebebi Sizde de Mevcut!


……. sahip olanları mutlu kılan şeye sizin de sahip olduğunuzun farkına varın..

Gözleri görmeyen, ayakları yürümeyen kötürüm adamı mutlu kılan varlığın sizde daha fazlasıyla mevcut olduğunu unutmayın!
İşte hepimize mutluluk dersi veren kötürüm adamın muhteşem hayat anlayışı! Birlikte okuyoruz:
Gözleri yumuk, ayakları çarpık kötürüm adam, yol kenarındaki ağacın gölgesinde ellerini açmış, göremeyen gözlerle boşluğa yönelerek dua ediyor:
- Ey birçok zengine vermediği nimetleri bana veren Rabb’im, yaprakların, yıldızların sayısınca Sana şükürler olsun!

Oradan geçmekte olan İsa aleyhisselam, bu mutlu adama yaklaşıp sorar:
- Ey Allah’ın kulu, senin üzerinde ne nimetler vardır ki, birçok zengine vermediği nimeti bana veren Rabb’im, diye dua ediyorsun?
Kapalı gözlerle sesin geldiği tarafa yönelerek cevap verir kötürüm adam:
- Rabb’im bana öyle bir kalp vermiştir ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiştir ki o dille de O’na şükrediyorum. O’nu tanımaktan daha üstün nimet, O’na şükretmekten daha büyük hidayet olur umu? Halbuki, nice zenginler, sıhhatliler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor da:

- Nice zenginlere vermediği hidayet nimetini bana ihsan eden Rabb’ime, yaprakların, yıldızların sayısınca şükür etmekten kendimi alamıyorum!..

Bu cevap üzerine adamın önünde diz çöken İsa aleyhisselam, yumuk gözlerinden sevgi ile öper.
Peygamberin dudakları değen gözler anında cam gibi açılır. Şaşıran adam, tebessümle baktığı İsa aleyhisselama:
‘Sen, der şu ölüleri diriltip hastalara şifalar veren mucizelerin sahibi İsa Peygamber olmayasın?’
‘Belli olmuyor mu?’ deyince de; ‘Gözlerimden belli oldu ama ayaklarımdan henüz belli değil.’ cevabını verir. Bunun üzerine: ‘Silkinip kalk bakalım, belki ayaklarından da belli olur.’ der. Hemen silkinip kalkan adam ayaklarının da düzeldiğini anlayınca ilk sözü şu olur:
- Ey Allah’ın Nebisi, izin ver de sahip olduğum şu eşsiz nimetlerin şükrü için hemen şükür secdemi yapayım.’ diyerek secdeye kapanır ve der ki:

- Ey Rabb’im, seni tanıyan bir kalple şükreden bir dil nimetinin şükründen acizken, şimdi Sen bana gören iki tane göz, yürüyen iki tane de ayak ihsan ettin, bu nimetlerin şükrünü nasıl ödeyeceğim şimdi ben?..

Bu sırada toplanan halk, İsa aleyhisselamın elini öpmek ister. Ancak Allah’ın Nebisi der ki:
- Eli öpülecek insan, sahip olduğu nimetlerin farkına varan şükür secdesindeki şu insandır. Onun elini öpün! Derler ki:
- O’nu secdeye indiren nimetlere bizler taa doğuştan sahibiz, ama böyle şükür secdesine varacak derecede sevindirici bir nimete sahip olduğumuzun biz hiç farkına varmadık.

İsa Nebi’nin muhteşem cevabı şöyle gelir:
- Düşünen insan, sahip olduğu nimetlerin farkına varır, düşünmeyen insan da kendini o nimetlerden mahrum sanır!.. Kitaplık çapta bir cevap.
- Ne dersiniz? İsa Nebi’nin kitaplık çaptaki son cümlesi bize de bir şeyler söylüyor mu? “Düşünen insan, sahip olduğu nimetin farkına varır mutluluk duyar, düşünmeyen insan da kendini o nimetten mahrum sanır, mutsuzluk hisseder!.” Biz de düşünsek, O’nu tanıyan bir kalple şükreden bir dil nimetine bizim de sahip olduğumuzun farkına varacak, kötürüm adamın duyduğu mutluluk ve huzurun daha fazlasını biz de duyacak mıyız? Öyle ise yazımızın başlığı doğru mudur?

“Dikkat: Mutlu ve huzurlu olma sebebi sizde de mevcut!” Ne dersiniz, düşünmeye değer mi?
alıntı

Her An Bir Sırattır


Sırat
Ötelerde değil, yanı başımda ve şimdi
İçinde yaşadığım, bulunduğum ‘an’da adımlıyorum o köprüyü.
Ya geçiyorum ya da düşüyorum.
Dünyanın,
Sırat köprüsünün görünen kısmına verilen diğer bir isim olduğunu kavrıyorum o an.
Varlık âlemi, nasıl da bir var bir yok arası titreşiyor, hayret!
Resmen titriyor.
Sanki, sonsuz bir karanlıkta an-be an flaşlar patlıyor.
Her şey,
Varlık sahnesinde boy göstermeye başladığı an da,
Yokluğun uç sınırına da varıveriyor.
Atom boşluk, hücre boşluk, dünya boşluk, uzay boşluk
Zerreden küreye her şey boşlukta asılı durmakta,
Ve yokluğun o uç sınırına kadar geliveriyor.
Öyleyse, ‘yokluğun uç sınırıdır dünya’ diyorum,
‘Adımladığımız sırattır.’
Önce, felsefe gözüyle bakıyorum.
O sıratın altındaki boşluğu ve yanı başındaki yokluğu gözlüyorum.
En küçüğünden en büyüğüne,
Her şeyin nasıl olup da yokluğa yuvarlanıvermediğine hayret ediyorum.
Müthiş bir hızla adımlıyorlar sıratlarını ama düşmüyorlar!
Neden sonra, yumuşak ve sonsuz bir iple varlık âleminde asılı olduklarını fark ediyorum.
Acizliklerine rağmen, ne kadar da haşmetli duruyorlar öyle.
‘O gördüğün vahdet ipidir’ diyor bir ses, ‘seni dağılmaktan kurtarıyor.’
Kulak veriyorum, uzaklardan ama yanı başımdan geliyor:
‘Uzatılan rahmet ipine neden bağlanmıyorsun?’ diyor,

‘Din gününün sahibi olan âlemlerin Rabbine.’
Önce uzak görüyor, ciddiye almıyorum.
Oysa Yaratıcıyla aramdaki bağı kopardığım her an da,
Sırattan düşüyorum ve kaybediyorum.
Bir koca deveyi yardan uçuran bir tutam ot misali.
Mânen dağılıyorum.
Dıştan bakınca var gibiyim, ama gerçekte yok oluyorum.

İşte o an cehennem hayatı da başlayıveriyor.
Sonra, yokluğun sınırından döndürülen her şeyi hatırlıyorum; vahdet ipini.
Din gününün sahibi olan âlemlerin Rabbini.
Kendimi de dâhil ediyorum, o müthiş tevhidin, her şeyin içine.
Kurumuş olan aklım, yeşermeye başlıyor vahyin ışığında.
Koca koca âlemleri içine alan bir kalbe sahip olduğumu fark ediyorum.
En önemlisi de, sevildiğimi.
İsteyerek, ‘iyyake na’büdü ve iyyake nestain’ diyorum.
Nurlanıveriyor sıratım.
Önde Resul-i Ekrem ve ardından milyonlar geçiyor o köprüden.
An be an.
‘İhdinas’sırat el-müstakîm. Sıratallezine en amte aleyhim’ diyerek.
Derken, felsefenin ayak seslerini duyuyorum cehennem tarafından.
Düşüyorlar maalesef, düşüyorlar
‘Gayril mağdubi aleyhim veleddallin.’ diyorum, hamd ederek.
Düşmemek için, Rabbime ‘Fatiha’ ile arz ediyorum halimi.
Açmak ve aşmak için o köprüyü..
Sırat! Ötelerde değil, yanı başımda ve şimdi.
Vahdet ipine sımsıkı sarıldığım ‘an’ da geçiyorum onu.
Ahirete aktarabildiğim ‘an’ da..!




alıntı

27 Temmuz 2009 Pazartesi

HAZRET-İ LOKMAN'IN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ



HAZRET-İ LOKMAN'IN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ

Hazret-i Lokman ilim ve hikmetiyle dillere destan bir zattır. Bunun içindir ki, kendisine Lokman Hakîm, denmiştir. Hz. Lokman, ismi Kur'ân'da da geçen, peygamber veya veli olduğu hakkında kesin bir bilgi bulunmayan bir mânâ büyüğüdür.
İslâm tarihinde Hazret-i Lokman'ın hikmetli sözleri, vecizeleri, öğütleri ve tavsiyeleri meşhurdur.
Hafs bin Ömer'in rivayetine göre, Hz. Lokman yanına bir torba hardal tanesi koyarak oğluna öğüt vermeye başlar. Her öğüt verdikçe torbadan bir hardal çıkarır. Sonunda torbadaki hardal tükenir ve oğluna da şöyle der:
"Ey oğul, sana o kadar öğüt verdim ki, şayet bu öğütler bir dağa verilseydi, dağ yarılırdı."
Hz. Lokman'ın Saran ismindeki bu oğlu babasının verdiği bütün öğütlere uymuştu.12
Lokman Aleyhisselâmın hikmetli sözlerinin asıl kaynağı Kur'ân-ı Kerimdir.
O halde Kur'ân-ı Kerimde yer alan bu öğütler tefsirlerde de genişçe bulunur. Cenab-ı Hak, Hazret-i Lokman'ın dilinden bu sözleri şu âyetlerle (meâlen) beyan buyurur:

12. ibni Kesîr Tercümesi, 12:6409.

Allah'a ortak koşma
"Hani Lokman oğluna öğüt verirken demişti ki, 'Oğlum (ey oğul!) Allah'a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.

Allah her yaptığını ortaya çıkarır
"Oğlum, eğer yaptığın iş hardal tanesi kadar bile olsa ve bir taş içine girse, Allah onu ortaya çıkarır. Muhakkak ki, Allah en gizli işleri bütün inceliğiyle bilir, O her şeyden hakkıyla haberdardır.

Namazını dos doğru kıl
"Oğlum, namazını dos doğru kıl. İyiliği tavsiye et, kötülükten sakındır. Başına gelene sabret. Şüphesiz ki bunlar uğrunda azim ve sebat edilmeye değer işlerdendir.

Kasılarak yürüme, yavaş konuş
"Gururlanıp insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve övünenleri sevmez.
"Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini, şüphesiz ki, eşeklerin sesidir."13

13. Lokman Sûresi, 13-20.

TEFSİRDEKİ ÖĞÜTLER
Hazret-i Lokman'ın Kur'ân'da geçen öğütleri, aynı sûrenin tefsirlerinde genişletilerek verilir. Hazret-i Lokman'ın tefsirlerde geçen öğütlerinden ve hikmetli sözlerinden bazıları şöyledir:

Takvayı esas al
Ey oğul!
Takvayı kendin için kârlı bir ticaret olarak kabul et. Çünkü böyle ticaretler sonsuz kazançlar temin eder.

Merasimlere katıl
Ey oğul!
Cenaze merasimlerine katıl. Düğün merasimlerinden de uzak durmaya çalış. Çünkü cenaze sana âhireti hatırlatır; düğün ise dünyaya çeker.

Horozdan geri kalma
Ey oğul!
Horozdan daha geri kalma. Çünkü sen uykunun derinliklerinde iken, o dünyayı sese vererek insanları uykudan uyandırmaya çalışır.

Tevbeyi geciktirme
Ey oğul!
Tevbeyi geciktirme. Çünkü ölüm ansızın geliverir.

Cahille dost olma
Ey oğul!
Cahil kimselerle dostluk kurma. Çünkü onunla dost olursan, kendi yaptıklarını senin hoş karşıladığını sanar.

Allah'tan kork
Ey oğul!
Allah'tan hakkıyla kork. Kalbinin bozuk olduğunu bildiğin halde başkalarının sana saygı göstermesi için takva ehli olduğunu ihsas ettirme.

Susmak altındır
Ey oğul!
Şimdiye kadar susmaktan dolayı hiç pişmanlık duymadım. Çünkü söz gümüşse, sükût altındır.

Günahlardan sakın
Ey oğul!
Kötülük ve günahlar senden sakındığı gibi, yani işlemedikçe sana dokunmadığı gibi, sen de onlardan sakın. Çünkü kötülük kötülüğü, günah da günahı çeker.

İlim meclislerine katıl
Ey oğul!
Âlimlerin meclisinde bulun. Hikmet ehlinin sohbetlerini dinle. Çünkü Allah kuru toprağı yağmurla nasıl canlandırırsa, ölmüş kalbleri de hikmetli sözlerle öyle diriltir."14

14. Tefsîrü's-Sâvî, 3:255-256.

Yalandan sakın
Ey oğul!
Allah, yalancının yüz suyunu kurutur, haya duygusunu giderir. Ahlâksız kimsenin de sıkıntısı hiç eksik olmaz.

Ahmak adamdan uzak dur
Ey oğul!
Kayaları uzaklara taşımak, ahmak adama laf anlatmaktan daha kolaydır.

Kendi işini kendin gör
Ey oğul!
Cahili vasıta olarak kullanmaktan, işini gördürmekten uzak dur. Şayet akıllı birisini bulamazsan kendi işini kendin gör.

Kendi milletinin kızıyla evlen
Ey oğul!
Kendi milletinden olmayan bir kızla evlenme. Aksi takdirde çocukların ileride sıkıntıdan kurtulamazlar.
Ey oğul!
Öyle bir zaman gelecek ki, sabırlı insanların bile yüzü gülmez olacaktır.

Allah'ın anıldığı meclislere katıl
Ey oğul!
Katılacağın meclisleri kendin ara bul. Allah'ın anıldığı meclisleri bulunca hemen oturuver. Çünkü âlim isen ilmin artar, cahil isen yeni bir şeyi öğrenmiş olursun. Oraya inen rahmetten sen de payını alırsın. Allah'ın anılmadığı meclislere hiç katılma. Çünkü âlim de olsan, cahil de olsan zarar görürsün. Ayrıca oraya inecek olan İlâhî gazaptan sen de nasibini alırsın.
Ey oğul!
Sofrana takva ehli mü'minleri davet et.

Tecrübe sahipleriyle istişare et
Ey oğul!
Her işinde ilim ve tecrübe sahibi kimselerle istişare et, onların fikrini almaya çalış.

Takvadan bir gemi edin
Ey oğul!
Dünya dipsiz bir denizdir. Onda niceleri boğulmuştur. Bunun için takvadan bir gemi edin. İçine îmânı yükle. Tevekkül yelkeniyle açıl. Ancak bu şekilde selâmetle yol alır, sahile çıkarsın.

Kötü komşudan uzak dur
Ey oğul!
Nice ağır yükler taşıdım. Fakat kötü komşu kadar ağır bir yüke rastlamadım. Nice acılar tattım, fakat fakirlikten daha şiddetli bir acı tatmadım.

İlimden nasibini al
Ey oğul!
İnsan fakir de olsa ilim ve hikmetiyle hükümdarların meclisinde yer alır.

Arkadaş seçimine dikkat et
Ey oğul!
Birisiyle dostluk kurmak istiyorsan, önce onu öfkelendirecek bir şey yap. Şayet öfkeli iken sana insaflı davranırsa ona yaklaş, insafsız davranırsa uzak dur.

Âhirete hazırlan
Ey oğul!
Dünyaya geldin geleli âhirete doğru yol alıyorsun. Bunun için âhiret yurdu, sana dünya yurdundan daha yakındır.

Dilini duaya alıştır
Ey oğul!
Dilini 'Allah'ım, beni affet' demeye alıştır. Çünkü öyle anlar vardır ki, o saatlerde Allah duaları reddetmez, istediğini ihsan eder.

Borçlanmaktan uzak dur
Ey oğul!
Borçlanmaktan uzak dur. Çünkü borç, seni gündüz zillete sürükler, gece de üzüntüye boğar.

Günah işlemeye cesaretin olmasın
Ey oğul!
Allah'tan öyle bir şey iste ki, günah işlemeye cesaretin olmasın. Ve Allah'tan öyle kork ki, rahmetinden hiçbir zaman ümidin kesilmesin.

Önce selâm ver
Ey oğul!
Bir cemaatin bulunduğu yere gittiğin vakit, önce onlara İslâmın okunu at, yani selâm ver. Sonra bir köşeye otur, onları konuşuyor halde görmedikçe sen de konuşma. Şayet Allah'ın zikrine dalacak olurlarsa sen de onlara katıl. Fakat başka bir söze geçerlerse oradan ayrıl.

Kendini anla
Ey oğul!
İki dünyada mes'ut olmak istiyorsan, kendini anla. Okuyup bilgili olmaya çalış. Çalış ki, bilenle bilmeyen bir olmaz.

Tembel olma
Ey oğul!
Tembel olma. Tembellik bedbahtlık alâmetidir.

Acele etme
Ey oğul!
Acele etme, acele şeytan işidir.

Güler yüz göster
Ey oğul!
Ahlâkını düzelt. Dostuna da, düşmanına da güler yüz göster. Ancak değerin ve itibarın kırılacak derecede hareket etme.

Orta yolu tut
Ey oğul!
Her şeyin hayırlısı olan orta yolu tercih et.

Yolda dikkatli yürü
Ey oğul!
Yolda yürürken yüzünü gözünü oraya buraya çevirme ki, gönlün vesvesede kalmasın.

Mecliste önce oturma
Ey oğul!
Bir cemaat içinde bulunduğunda onlar ayakta iken oturma. Oturdukları zaman sen de oturuver.

Yollara tükürme
Ey oğul!
Bıyık ve sakalınla oynama. Parmağını burnuna sokma. Yollara tükürme, sesli sümkürme. Elinle sinek kovalamayı terk et.

Az konuş
Ey oğul!
Sükût ve teenni ile hareket et. Az konuş. Çok konuşmak, yanılmaya sebeptir.

Sözü fazla dağıtma
Ey oğul!
Konuşurken sözü fazla dağıtma. Aksi takdirde şerefine zarar gelir. Konuşurken başkalarını utandırma. Kaş göz işareti yapma.
Güzel ve lâtif sözleri duymaya çalış. Fazla hayrete düşme. Sözün tekrarlanmasını isteme. İnsanları güldürecek ve kendini maskara edecek sözlerden sakın.

Atıp tutma
Ey oğul!
Kimse hakkında atıp tutma.

Fazla ısrar etme
Ey oğul!
Senden bir şey istendiği zaman, elinden geliyorsa vermeye çalış. Birinden bir şey istediğinde de fazla ısrar etme.

Dinde tartışmaya girme
Ey oğul!
Dinle alakası olmayan meselelerde aksi vaki ise tartışmaya ve münakaşaya girme.

Fakirliğini kimseye açma
Ey oğul!
Acizliğini ve fakirliğini hiç kimseye, hattâ ailene dahi açma ki, onların yanında itibarın düşmesin, sözünü dinlemez olmasınlar.

Hizmetçilerle şakalaşma
Ey oğul!
Hizmetçi ve benzeri kimselerle şakalaşma. Çünkü
bunlarla şakalaşmak hakaret ve düşmanlığa sebep olur. Onlara öyle muamele et ki, hem seni sevsinler, hem de senden korksunlar.

Şiddetten sakın
Ey oğul!
Çocukları ve elinin altındakileri terbiye ederken şiddetten sakın. Öfkelendiğin vakit vakarla geçiştirmeye çalış. Mümkün olursa sövüp dövme ki, aksi takdirde onların gözünde mehabetin yok olur.
Kendini ve çocuklarını övüp durma.
Hayasız gençlerle ve o halde olan kız çocukları ile ülfet etme. Çünkü dünya ve âhirette mezellete sebep olur.

Önce düşün
Ey oğul!
Bir kimse ile bozuşursan, dilini tut ve makbul olan sözü söyle. Önce düşün, sonra söze giriş.
Herkesin değerini ve layık olduğu hürmeti muhafaza eyle.

Azla yetin
Ey oğul!
Bir kimsenin davetinde bulunduğun vakit, azla yetin. Dalkavukluk edip de o yemeği övmekle başkalarının yemeğini kötüleyip tahkir etme.

Misafirlikte gözlerine dikkat et
Ey oğul!
Bir kimsenin evinde misafir kaldığın vakit gözlerine dikkat et. Her tarafa bakıp durma. Durumuna vakıf olduktan sonra dine aykırı da olsa sırrını ifşa etme.

Elini çek
Ey oğul!
Emanete hiyanetten elini çek.

Kimseye açma
Ey oğul!
Bir işe başladığın zaman, meydana gelmeden önce kimseye açma ki, mahcup düşmeyesin.

Çok ver
Ey oğul!
Sadakayı çok ver. Mal sevgisini gönlünden çıkar.

Razı ol
Ey oğul!
Doğru söyle, Allah'tan gelene razı ol.

Yemekte şunlara dikkat et
Ey oğul!
Yemekten önce ve sonra ellerini yıka. Bu hal fakirliğini giderir, göze kuvvet verir.
Çok yemek kalbe katılık ve gaflet verir. İbadette tembelliğe sebep olur.
Yemeğin başında Bismillah, sonunda Elhamdülillah, ortasında da nimetin Allah'tan geldiğini düşün.
Tek elle ekmeği koparma. Bu hareket kibirli insanların âdetidir.
Yemeğin başında ve sonunda bir parça tuz yemek birçok hastalığa karşı devadır.
Lokmayı küçük tut ve iyice çiğne.
Misafir geldiği zaman mümkünse yemeği büyük kaba koy, berekete sebep olur.
Yemek yerken önünden al, ekmeğin ve tabağın ortasından alma.
Elinden ekmek ve yemek parçası düştüğünde al, temizle ve öyle ye.
Sıcak olan yemeğe soğutmak için ağzınla üfleme, soğuyuncaya kadar bekle.
Yemeği çabuk yeme.
Hurma ve kayısı gibi sayılabilir meyveleri teker teker ye, çifter çifter yeme ve çekirdeklerini bir tarafa topla.
Yemek arasında çok su içme. Su içerken bardağın içine bak. İçine uygunsuz bir şey düşmüş olmasın. Suyu içerken üç nefeste içiver.
Yemeğe herkesten önce el uzatma.
Yemek esnasında güzel şeylerden bahset.
Sofrada bulunan arkadaşlarına ara sıra göz ucuyla bak. Yemek ve ekmeği o tarafa sür.
Misafirler çekingen davranırlarsa üç defadan fazla yemeleri için ısrar eyleme. Yemek yeme isteğin yoksa özür beyan eyle.

Dilini tut
Ey oğul!
İlim ve takva ehli veya herhangi bir sebeple senden ileride bulunan bir kimsenin huzurunda dilini tut.

Dostlarını dinle
Ey oğul!
Senin iyiliğini isteyen dostlarının tavsiye ve öğütlerini can kulağıyla dinle.

Doğru ol
Ey oğul!
Sözünde, işinde ve gidişinde doğru ol. Doğru olan sözlerinin bile hayrete ve tereddüde sebep olacaksa, söyleme daha iyi.

Ümidini kesme
Ey oğul!
İnsanların gönlünü almaya çalış. Allah'ın rahmetinden ümidini kesme.

İyi ol
Ey oğul!
Açıkta ve gizlide iyi olmaya çalış.
Varlık yokluktan, akıl sarhoşluktan iyidir.
Bir şeyi vaktinden önce isteme.

İçini süsle
Ey oğul!
İçini dışından daha çok süsle: İçin Hakkın, dışın halkın baktığı yerdir.
Her yerde ve her zaman Allah'ı yanında hazır nazır olarak bil. Allah nazarında seni utandıracak işi bırak.
"Lillah, livechillah, lieclillah’ Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Rızası dairesinde hareket ediniz."

13 Temmuz 2009 Pazartesi

namaz mı hayat mı?..


namaz mı hayat mı?..
"Bir vakit namaz mı, hayat mı?" diye bir soruyla ve tercihle karşı karşıya gelsek ve gözümüzü hiç kırpmadan ve bir saniye bile düşünmeden "namaz" diyemeyeceksek, yaşadığımız hayatı "Hayy" olanın bir armağanı olarak göremiyoruz demektir.

Namaz, kulluk bilincinin zirve yaptığı duraktır. Bir insanın yükselebilecek olduğu en büyük makam, kulluk makamıdır. Namaz işte bizi buraya taşır. Bir insan kendini "kul" olarak kabul etmiyorsa, ne olarak kabul ederse etsin, fark etmez. O artık nefsinde ilahların çarpıştığı bir savaş meydanındadır ve "barış" denen nimetten de çok çok uzaklardadır.

Namaz, mü'minlere, Allah'u Teala tarafından Mirac'da armağan edilen en güzel hediyedir. O Mirac ki, Cebrail'in huduttan öteye bir adım atamadığı, bir yerden sonra, Rabbin huzuruna yalnızca AŞK'la girildiği bir ilahi tören! Zaman ve mekanın ötesinde, fakat aşkın en gizemli nağmelerini ruh ikliminde duya duya, insan olmanın şerefiyle ve seni yaratana "Rabbim" diyebilmenin mutluluğuyla "kul" olma onurunun insana hediye edildiği mutluluk diyarı. Bu diyarın mutluluğunu yalnızca kendisinin tatmasına gönlü razı olmayan Sevgililer Sevgilisi'nin, "Namaz mü'minin miracıdır." diyerek Rabbi katında bize namazla şefaat etmesi, eğer uyuyan gözlerimizi hala uyandırmıyorsa, yazık!

Namaz, böyle bir iklimin diriltici soluğudur. Dünyanın dönüşü nedeniyle yeryüzünde ezan okunmayan bir an yoktur. Ve beş vakitin her anı dünyada mevcuttur. Dünya anbe an secde ederken, gökyüzünde melekler namaz şöleninde Allah'ı tesbih ederken, her varlık kendi diliyle "Allah" derken, insan, namaza durarak "Allahu Ekber" demiyorsa, kendi kıyametini koparmış demektir.

Namaz Mirac'dır ve Allah ile buluşmadır. Gözyaşlarıyla abdest almayan insan Rabbi ile nasıl buluşabilir?

Namaz, aşkta yok olmanın adresidir. Kendi varlığından başka varlık bilmeyenlerin o adrese gitmeleri nasıl mümkün olabilir? Namazsız insan, kaybolmuş insandır.

Namazla arınan gönül, duygularını aydınlatmıyorsa, sen kimin münevverliğinden (aydın) söz edersin?

Her sabah göklerden gelen diriltici sesi duyup, yeryüzüne merhametle dolmuyorsan, senin varlığından daha büyük eziyet mi vardır?

Secdede, aşkın doruklarında kainatın ruhunu sağamıyorsan, medeniyet meydanına "bozguncu" olarak indiğinin de farkında değilsin.

Namaz arındırıcı ve aydınlatıcıdır. Arınmamış ve aydınlanmamış insan bir şeyin başına geçer ve iktidar olursa, o yer fesada uğramış demektir.

Gece. Yıldızlar ayet ayet gökyüzünden asılıyor. Gökyüzünde şölen var: vaktin melekleri, insanoğluna ikinci kez eline geçiremeyecek olduğu "zaman dilimi"ni sunuyorlar. "Kalkın ey insanlar, Rabbimiz, sabahı size hediye ediyor!" diye nida ediyorlar.

İnsan uykuda. İnsan nefsinin kuyusunda. Kuyularda Yusuf yok. Rüyaları yılanlar basmış. Minareden bir ses: "Allahu Ekber!" Yusuf suretinde bir genç ayakta ve namazda: "Allahu Ekber!"

Kıyamet bugün de ertelendi, çok şükür.

Ve ruhumuzun kıyametinin ebediyyen ertelenmesi için hep birlikte haykıralım:

"Haydi namaza!"

alıntı

11 Mayıs 2009 Pazartesi

yaradanı hatırla




Hatırla Yaradanını
) Ey nefsim;
Bir an olsun unutma Yaradanını…
Sadece başına bir felaket geldiğinde değil, bir musibet ya da hastalığa maruz kaldığında değil, daima hatırla O’nu. Zira O’ndan uzak olunmaz, O bize her şeyden, herkesten yakın. Bizi O’ndan başka her an gözeten, ihtiyaçlarımızı karşılayan var mı? Bize karşı sonsuz bir merhamet, kerem sahibi var mı? O bizi herkesten çok seviyor, bir an bile bizi yalnız bırakmıyor. Öyle ise sen de her an hatırla Yaradanını…
Bil ki, seni senden daha iyi tanıyan, daha iyi anlayan biri var. En gizli sırlarını bilen, halini gören biri var. Seni kendisine muhatap kabul eden, huzuruna davet eden yüceler yücesi biri var. Senin bütün dualarına cevap veren sonsuz kudret sahibi biri var. Öyle ise sadece başın derde girdiğinde değil, her zaman hatırla Yaradanını. Gecelerde başını seccadene koyduğunda, içini O’na dök sessizce… Bırak damlasın gözyaşların, söndürsün kendi elinle yaktığın ateşleri… Nerede ve hangi şartta olursan ol, unutma Yaradanını.
Başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, bir yağmur damlasında, güneşin doğuşunda, gecenin karanlığında, kâinatın her sayfasında, her satırında hatırla O’nu hatırla. Her şeyde O’nun taklit edilmez imzasını, O’nun mührünü gör ve hatırla Yaradanını.
Şu çalkantılı dünyada kendini balığın karnındaki Yunus gibi hissettiğin zamanlar değil, her zaman hatırla Yaradanını. Çünkü her an öyle dehşetli bir haldesin unutma. O varsa her şey var, O yoksa hiçbir şey yok. O’nunla her şey anlamlı, aydınlık, güzel. O’nsuz her şey karanlık, manasız, hiçliğe gider. Onu hiç unutma ki, saraylara dönsün zindanların. O’nu hiç unutma ki, nur’a gark olsun karanlıkların. O’nu hiç unutma ki şifa bulsun yaraların.
Anadan, babadan, yardan ayrı kalınır da, O’ndan ayrı kalınmaz. O bizi hiç bırakmaz. Öyle ise Sen de O’nun adını düşürme dilinden. Sevgisini eksik etme kalbinden. O senin her türlü ihtiyacına kâfi değil midir? O’ndan gayrisi fani değil midir? Öyle ise her an hatırla Yaradanını…

alıntı

namaz nedir?






İnsana hesap gününde ilk sorulacak olandır namaz…

Nesi sorulacaktır acaba?

Mesela niçin namaz kılmadığı…

Yalnızca “Biz namaz kılanlardan değildik” itirafını yapanlara mı sorulur bu?

Ve başka sorular…

Mesela namazlarını korumayanlara; eda ettiğiniz namaz sizi neden kötülüklerden alıkoymadı, oysa namaz kötülüklerden alıkoymak içindi, yoksa siz namazı korumadığınız için mi namazla korunamadınız?

Mesela namaz kılmanın önemini bilmiyor muydunuz dense ve evet cevabı alınsa, denmez mi; o kadar gereksiz şeyin peşinde koşmak için ayırdığınız zamanı niçin namazın önemine vakıf olmak için ayırmadınız?

Bunları neden durup dururken yazıyorum?

Önceki gün Kayseri’deydim. Gittiğim gün “Namaz Platformunun” bir salon toplantısı vardı. Orada Yazar Abdullah YILDIZ ve Ahmet BULUT ile eski hayat anlayışını bırakmış olan Yaşar ALPTEKİN bazı bilgileri salonu dolduranlarla paylaştılar.

Onları dinlerken namazın önemi üzerine yazmak geldi içimden…

“Sana namazdan soracaklar birgün

Yalnızca kılıp kılmadığını değil

Namazını koruyup korumadığını

Namazla korunup korunmadığını

Kıyamın anlamını ve sendeki anlamsızlığını

Rükunun anlamını ve sendeki anlamsızlığını

Secdenin anlamını ve sendeki anlamsızlığını

Sana namazdan soracaklar birgün…

Ve o gün namazı sorduklarında

Tanırım en iyi arkadaşlarımdandır diyebilecek misin?”

Sahi namaz en iyi arkadaşlarımızdan olmamışsa, inandığımız değerlere karşı samimiyetimiz sorunlu değil midir?

Namazın arkadaşlığı…

Peki namaz benim arkadaşlığımdan şikâyetçi olursa ne derim diye düşündün mü?

Kendine sordun mu mesela; arkadaş senin en iyi arkadaşın kim?

En iyi arkadaşım yalan…

En iyi arkadaşım hak yemek…

En iyi arkadaşım boş işler…

En iyi arkadaşım boş şeyler…

En iyi arkadaşım şüpheli şeyler…

Böyle mi yoksa, bütün samimiyetimle söylemeliyim ki; en iyi, en sadık arkadaşım namazdır diyebiliyor muyum?

Zaman geçiyor denir, zaman geçerken namaz da geçiyor. Zamanda namaz saklı ve namazda zaman…

Bu bir zorlama değil bir hatırlatma…

“Ben namaz kılanlardan değildim” dememek için ve neden kimse bana namazı anlatmadı denmemesi için…

Namazla arkadaş olmak için ve namazın arkadaşlığından bıkmamak için…

Hayatları karartan nice arkadaşın karanlığından namazın aydınlığına ulaşabilmek için…

Günde beş kez ve güneşten önce doğarak…

Güneşten önce doğmanın güzelliğine ulaşmak için…

Hayata besmeleyle başlamanın güzelliğini tadabilmek için…

Namaz nedir diye sorduklarında, bana mı sordunuz şaşkınlığını yaşamamak için…

“Namaz güneşten önce doğmanın ve hayata değer katmanın, gecenin karanlığında aydınlığı dilemenin ve aydınlığa kavuşma özlemiyle var olmanın eylemidir” diyebilmek için…

Haydin namaza ve kurtuluşa diye çağıran ezan sesine yabancılaşmamak için…

Herkes istediği şeye koşabilir veya istediği şeye çağırabilir… Çağırıcılardan biri de her gün beş vakit minarelerden duyulan çağrıdır: Haydin namaza ve haydin kurtuluşa diyor ezan… Aynı şeyi duyurmaya çalışıyor namaz platformu… Dileyen duyar ve uyar, dileyen duymaz ve uymaz… Ama duyana ve uyana da, duymayan ve uymayana da hesap günüde ilk sorulacak şeyin namaz olduğunu yazıyor kitabımız…

Ben yine de sorayım; sizce namaz nedir?


Necip CENGİL

30 Nisan 2009 Perşembe

Huşu iklimi



Huşu; Allah’a yürekten, içtenlikle yönelmek… O’nun karşısında kendini hiçe saymak… Derin bir saygı ile acziyet ve alçakgönüllülük üzere olmak… Kalbin titremesi, ruhun Allah karşısında esas duruşa geçmesi şeklinde algılanabilir…
Kur’an-ı Kerim kurtuluşa eren müminlerin özelliklerini belirtirken ilk olarak “huşu”dan bahsediyor:

“Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler”(Mü’minun-2)
Felaha taşıyan namaz, huşu içeren namazdır… Demek ki; her namaz, namaz değildir… Zaten kişide huşu yoksa namazı kaldıramaz ve uzun süreli sürdüremez…
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. (Namaz) huşu sahibi olanlar dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir…” (Bakara-45)
Namazın nefse niçin ağır geldiği ortaya çıkıyor: Huşusuzluk…
Kulluğu anlamlı ve geçerli kılanın huşu olduğunu görüyoruz…
Bu derece önem arz eden huşudan kopuşun da erken başlayacağını haber veriyor, Allah’ın Rasulü (sav)… Ümmetin ilk kaybedeceği ilim, huşudur…
Ebu’d-Derda (ra)dan rivayet edilmiştir; dedi ki :Peygamber(sav) ile beraber bulunuyorduk. Derken bakışını göğe dikti ve sonra şöyle buyurdu:
“İşte insanlardan ilmin aşırılacağı zaman! Nihayet ilim namına hiç bir şeye güçleri yetmiyecektir.” Bunun üzerine Ziyad b. Lebid el-Ensari dedi ki:
“Kur’an’ı okuduğumuz halde ilim bizden nasıl aşırılacaktır? Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ı behemehal okuyacağız ve onu kadınlarımıza ve çocuklarımızı behemehal okutacağız!” Resul-i Ekrem buyurdu ki:
“Annen senin hasretinle yansın, Ziyad! Bende seni Medine halkının fakih(hukukçu) lerinden saymakta idim. İşte Tevrat ve İncil, Yahudi ve Hristiyanların elindedir; onlara ne faydası var?”
Cübeyr diyor ki: Sonra Ubade b.Samit ile karşılaştım ve:
“Arkadaşın Ebu’d –Derda nın nelerden bahsettiğini işittin mi?” diyerek kendisine Ebu Derda’nın söylediklerini bildirdim .Übade bin Samit (ra ) şu mukabelede bulundu:
“Ebu’d - Derda doğru söylemiştir. Arzu edersen insanlardan kaldırılacak olan ilk ilmi sana hemen anlatayım: Huşudur. Belki umumi bir mescide girecek ve orada huşu içinde bir adam göremeyeceksin.”Tirmizi
Huşusuzluğun ümmeti ne kadar derinden vuracağını gözler önüne seriyor…Allah katında geçerli bir kulluğun olmazsa olmazı huşudur …
Peki huşu nedir?
Doğrusu huşunun anlam derinliğini kelimelere dökmek oldukça zor…
Hele hele huşu fukaralığının yürekleri kasıp –kavurduğu bir zaman diliminde huşuyu tanımlamak daha bir güç olacak…
Gönül dünyamızı ilgilendiren bu deruni durumu kırık cümlelerimizle kenarından kıyısından ifade etmeye çalışalım…
Huşu; boyun eğmek, korkmak, tevazu göstermek ve sükunet içinde olmaktır. Huşu sahibi ise; korkan, sükunet üzere bulunan, mütevazi ve gönülden boyun eğen, ihlaslı olan kimse demektir…
Huşu; Allah’a yürekten, içtenlikle yönelmek… O’nun karşısında kendini hiçe saymak… Derin bir saygı ile acziyet ve alçakgönüllülük üzere olmak… Kalbin titremesi, ruhun Allah karşısında esas duruşa geçmesi şeklinde algılanabilir…
Huşu; O’nun huzurunda olmanın heyecanı ile “Biz O’nu görmesek de O bizi görüyor”
bilincini yüklenmenin iç rahatlığıdır…
Huşu; bedeni kalbin denetiminde tutma halidir…
Huşu; fizik ve benlik dünyasından aşkın bir dünyaya açılımın ismidir…
Huşu; kalp konsantrasyonunun ihsan kıvamında belirmesidir…
Huşu; Yüce Yaratıcı’nın büyüklüğü ve kusursuzluğu karşısında kendi yetersizlik ve eksikliklerinin farkına varan insanın Hakk’ın emrine tevazu ile boyun eğmesidir…
Kimin huzurunda olduğunun farkında olmaktır … İşte bu farkındalık bilincine huşu denir…
Kişinin sadece kendisi ile meşgul olmayı bırakıp Allah ile ilgilenmesidir… Zaten en büyük hata, kişinin kendi benliğine takılı kalmasıdır… Bunu aşmanın yolu ise, hep Allah’ı hatırlamaktır…
Huşu; Allah’a karşı sevgi ve saygı merkezli korku ve ürperti halidir…
Huşu; duygusal, ruhsal ve zihinsel olarak ibadete konsantre olmaktır…
Fatır-ı mutlakın’ın ve fıtratın sesine kulak vererek Allah dışında hiç kimseden buyruk almadan, O’nun emrine boyun eğmektir…
Huşu; aslı kalpte, etkisi bedende gerçekleşen bir durumdur…
Takva örtüsünü üstüne alıp en Yüce Olan’ın korumasına girmekte bizi huşu sahibi kılacaktır…
Kur’an’da geçen hudû, inabe, ihbat, kunut, haşyet, havf, ihlas, tazarru aynı anlam zenginliği taşıyan bizi “salih” olmaya hazırlayan kavramlardır…
Doğal olarak huşunun en çok arandığı yer namazdır…
Namazı huşu ile korumak… Namaza odaklanmak… Namazda namaz kesilmek… “Fenafi’s-salat- Namazda yokolmak”…Ya da varoluşunu namaza bağlamak…
Huşu ile kılınan namaz, hevanın esaretinden kurtarır, özgür bir ruh haline yüceltir…
Huşu üzere namaza duran kişi Allah’tan başka her şey ve herkesle ilgiyi kesiverir… Sanki dünyadan sıyrılıp namaz diye başka bir aleme göç eder… Selamla birlikte tekrar döner…Dertleri, düşünceleri, hevesleri, hesapları bir kenara bırakır… Dünyanın maddesini, metasını geriye çekip sadece namazın anlamına yoğunlaşır…
İşte tebettül budur… Dünyadan sıyrılıp, Allah’a sığınma becerisi…
“Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel.” (Müzzemmil-8)
Böylece namazı fiziksel alemden alıp, ruhun derinliklerine indirmenin fırsatı oluşuyor akabinde deruni temelleri olan bir sıçrama gerçekleşiyor… İşte bu durum artık müminin miracıdır…
Sahi, siz hiç miraca çıktınız mı?
Yani mirac kıvamında namaz kılabiliyor musunuz?
Bizi Rabbimizle buluşturan bir huşu iklimine geçiş yapabiliyor muyuz?
Namazla yaşanan, “mutmainne” hali… Sükûnet, sühûnet (sıcaklık) ve sühûlet (kolaylık) atmosferi… O’nun huzurunda olmanın farkı… O’nunla beraber olmanın iştiyakı…
İbadetler Allah ile beraberlik girişimleridir… Namaz bu girişimlerin en yoğunluklu olanıdır… Zirveyi hedeflemektir…
Huzur’da olmanın huzurunu yaşaya biliyor musunuz?
O’nun kabulüne mazhar olmanın yollarını arıyor musunuz? İşte bu yolun ismi, huşudur. Bu yola girmenin yolu ise ; namazı namaz gibi kılmaktır… Yani Allah Rasülünden gördüğümüz gibi kılmaktır… Hani şu, kıyamda ayakları şişen Rasül… Hani şu secde de tabiri caiz ise taş kesilen, görenlerin “acaba secde de ruhunu mu teslim etti?” diye tedirgin oldukları kişi… Seccadesini göz yaşları ile yıkayan “şükreden bir kul”…
Şimdilerde namazda ayakları su toplamış, ıslak secdelerle geleceği projelendiren kimselerimiz var mıdır?
Namaza odaklanmış kişiler, “Allah için olma”nın onurunu taşırlar… Onların namazı sırf beden egzersizleri yekunu değildir… Çünkü namaz sadece sembolik bir ritüel değil, ağır bir görev yüklenmedir…
Tüm bu izahlara rağmen namazda huşuyu kavramakta zorlanıyorsak yapacağımız tek şey Allah Rasulü (sav) nün mektebinden gecen ashabın namazına bakmak… Huşunun nasıl ete-kemiğe büründüğünü onlarda görebiliriz…
Hz. Cabir’in (ra) naklettiği şu sahne huşunun fiziksel yansımasıdır: Allah Rasulü (sav) ile savaşa çıktık. Zatu’r-Rika harbinde bir asker müşrikler den bir kadın esir almıştı. Bunun üzerine müşrik olan kocası yemin etti:
“Muhammed’in ashabından birinin kanını akıtıncaya kadar onları izleyeceğim.”
Böylece Allah Rasulü (sav)in izini takibe koyuldu. Peygamber bir yerde konakladı ve:
“Bizi kim bekleyecek?” dedi.
Hemen muhacirlerden Ammar b. Yasir ve ensardan Abbad b. Bişr ortaya atıldı. Onlara şöyle buyurdu:
”Geçidin ağzının tutun (nöbet bekleyin).”
O iki sahabi yolun ağzına varınca Abbad; Ammar’a sen yat ilk nöbeti ben tutarım. Ammar yattı. Ensardan Abbad’da hem nöbet, hem namaz dedi, namaza durdu…
Sonra gece hanımı esir alınan müşrik geldi; O’nu (namazda)görünce kavmin nöbetçisi olduğunu anladı.Ona bir ok attı. Ok isabet etti. Bunun üzerine Abbad ağzı ile oku çıkardı. Namazını bozmadı. Bu defa müşrik üç ok daha attı. Abbad rükû ve secdeye vardı. (Namazını bitirince) arkadaşını uyandırdı. (Müşrik) kişi kaçtı. Ammar; Abbad’dan akan kanları görünce şöyle dedi:
“Subhanallah! Neden sana ilk ok attığında beni uyandırmadın?”Şu cevabı verdi:
“Kur’an’dan bir sure okuyordum, onu bitirmeden yarıda kesmek istemedim. Fakat bir kaç yara alınca rükû ettim ve seni uyandırdım. Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah’ın korumamızı emrettiği stratejik bir noktayı kaybetmek endişesi olmasaydı ölmeyi, namaza ve sureyi yarıda kesmeye tercih ederdim.”dedi. (Ebu Davut)
İşte huşu !..
Abbad tüm hücreleri ile namaza durmuştu … Tepeden tırnağa namaz kesilmişti… O canını değil, namazı kurtarmanın derdindeydi… Namazda erdiği hazzı, namaz dışında bulamayacağını biliyordu…
Kıyamın da öyle bir kıvama ulaşmıştı ki ; “Hayatım son bulsun oma namazım son bulmasın” diyordu…
Ne dersiniz ?
Bu durum havsalamıza sığacak bir olay mıdır ? Mantığımıza bunu kabul ettirebilir miyiz?
İşte burada akıl durur , iman konuşur…
Bize kalsa neyi tartışırız ? Abbad’ın abdesti bozuldu mu , bozulmadı mı? Hayır, dostlar ! Bu huşu olduktan sonra ok darbeleri ne abdesti bozar , ne de namazı!
Sahabe neslinin ihlas ve ihtişamını bir kare ile sınırlamak mümkün değil…Onların hayatına girdiğimizde nasıl bir huşu ile karşılaşacağımızı tahmin edersiniz…
İşte ensar dan Ebu Talha … Bir gün bahçesinde namaz kılıyordu. O sırada bir kuş uçtu ve ileri geri gidip gelmeye başladı. Çıkacak bir yer arıyordu. O, Ebu Talha’nın hoşuna gitti; gözü ve zihni ona bir müddet takılı kaldı. Sonra kendine gelip namaza devam etmek istedi. Baktı ki , kaç rekat kıldığını bilmiyor. Bunun üzerine:
“Vallahi, bana şu malım yüzünden bir fitne isabet etti de kaç rekat namaz kıldığımı dahi bilemedim.” dedi. Hemen Rasulullah (sav) a gelip durumu anlattı. Sonra da:
“Ey Allah’ın Rasulü ! Şu bahçem Allah için sadakadır. Onu dilediğin yere sarf eyle” dedi.(Muvatta-İ.Malik)
Onlar namazla aralarına giren her ne olursa olsun çekip kenara koya biliyorlardı… Namazda huşuyu zedeleyecek her şeye duyarlı idiler… Çünkü onlar haşî idiler, asi değil… Huşu ve haşyetle dolduktan sonra namazın lezzetini başka şeyler vermiyordu…
Yukardaki örnekleri çoğaltabiliriz… Ancak bizden beklenen kendi örnekliğimizdir… Şimdi kendi namazlarımızda nasıl bir yeterlilik ve nitelik üzere olduğumuza bakmamız gerekiyor…
Kıyamları, kıraatları nasıl yaşıyoruz ? Secde de bir rabbani yakınlık hissediyor muyuz? Namazda bir güzellik, bir derinlik, bir zenginlik yakalayabiliyor muyuz ? Rabbimize arzettiğimizde yüzümüze çarpılmayacak bir namazımız var mı? ” Olmaz olsun namazınız!” denilmeyecek, yüzümüzü kara çıkarmayacak bir namaza sahip miyiz?
Evet, huşu katmadığımız bir namazın kıymeti yoktur… Namaz kılarken ruhumuzda, bedenimize eşlik etmiyorsa, o namaz , dostlar pazarda görünsünler türünden bir oyalanmadır…
Huşusu çekilip alınmış bir namaz kültür fizikten başka bir şey değildir… İçi boşaltılmış bir namazla Allah’a gitmekten haya etmeliyiz…
Bilinçsiz ve huşusuz bir namazla Allaha yaklaşmak şurada kalsın, O’na uzak düşmek bile var…
Huşu içinde kılınmayan namaz, nerede kılınırsa kılınsın, kılan kim olursa olsun, manasızlıktır… Dinde riyakarlık ve biçimciliktir…
Namaz kılma zahmetine katlandıktan sonra Allahtan uzaklaşmayı kim göze alabilir ? Bunun ağır sonuçlarına kim katlanabilir? İster misiniz namazdan sonra size kalan sadece yorgunluk ve mahrumiyet olsun.!?
Biliyoruz ki şeytan namazı terk ettiremediği kişiye bu defa namaz kılarken musallat olur… Gaflet, kasvet, evham, vesvese ve riya virüsleri ile namazın ruhu ile oynamaya başlar… Huşuyu zedeler… Bu durum namaza yönelik şeytani suikastlardır…
Bir sonraki hamle ise şudur: Mademki, huşu ile namaz kılamıyorsun o halde bırakı ver… Bu da ayrı bir tuzaktır… “İstediğim gibi olmadı” diyerek namaza isteksiz davranamayız…
O halde namazımızı şeytani müdahalelerden kurtarmalıyız… Namazı korumalıyız… Allah Rasulünün kıldığı namaza dönmeliyiz…
Takva örtüsüne bürünerek kılınan namaz, namazdır… Alçak gönüllülükle kılınan namazın gerçek anlamı, bütün hayatın anlamına güç katar… Namazdaki huşu insanın “eder”ine değil “değer”ine zenginlik sağlar…
Bu bilinçle hayatımıza namaz öğlesine girecek ki, artık namazda dünya işleri bizi meşgul etmeyecek… Tam aksine dünya işlerimizi yürütürken aklımız-fikrimiz namazda olacak…
Gecemize, gündüzümüze, yazımıza, kışımıza, ömrümüze, ölümümüze, mesaimize, tatilimize, özelimize, genelimize namaz girecek… Sürekli namazı soluyacağız…
Namaz bizi kuşatacak… Namaz bizi kuracak … Namaz bizi kılacak…
Acaba namazıma bir halel gelir mi endişesi ile tedirgin olacağız… Umulur ki, o zaman namaz dışındaki zamanlarımız bile namaz yerine geçecektir… Her an namazdaymış gibi bir ruh halini kuşanmış olacağız…
İşte bu seviyeye ulaşmanın ilk adımı:
Huşusu olmayan namaza tevbe…
Nasuhu olmayan tevbeye tevbe…


Namaz Çağrısı /Ramazan Kayan

Adam Olmak !



Adam Olmak !


Âdem ( adam ) olmak, bir iddiadır. Her iddia da bir ispat/bir bedel ister.

Âdem olmanın bedeli, Arapça yazılışında âdeta simge hâlinde gösterilmiştir.

Bu yazılışı mercek altına aldığımızda, bu hakikati daha yakından görürüz. Âdem bir elif ( ا ), bir dal ( د ) ve bir mim ( م ) harfinden oluşur. Birçoğumuzun bildiği gibi bu harfler, Âdem kelimesinde namazın simgesidirler.

Elif ( ا ); kıyamı, dal ( د ); rükûyu ve mim ( م ) de secdeyi imler. Bu basit yazılımın bize gösterdiği hakikat şudur: Ey âdemoğlu! Âdem olmak istiyorsan, kul olmak zorundasın. ALLAH’ın karşısında esas duruşa geçmek zorundasın.

Kıyam, rükû ve secde… İşte insan(âdem) olmanın anahtarları… ALLAH karşısında esas duruşa geçmek, eğilmek ve secdeye gitmek… İblis, bunları yapmadığı için şeytan oldu. Sureta insan olanlar da bunlardan kaçındığı için âdem olamıyorlar/olamayacaklar…

Âdem olduğunu söyleyen her kişi, önce esas duruşa geçecek, sonra eğilecek, sonra secdeye kapanacak ve insanlığa( er kişiliğe) adımını atacaktır. Burada eğilmek, alçalmanın değil, yücelmenin işaretidir. Bunlar da semboldür ve bunların da içinin hakkıyla doldurulması gerekir. Her kıyam, rükû ve secde ferdî hayatta doğruluk ve dürüstlüğe, güvene, şefkate, vicdana, merhamete, sevgiye vb.; cemiyet hayatında da dayanışmaya, yardımlaşmaya, kardeşliğe, adalete, özgürlüğe vb. değerlere karşılık gelmelidir.

İçi boş bir kıyam, bir rükû ve bir secdenin de bir anlamı ve karşılığı olmayacaktır. Âdem iddiası, hayat boyu ispat edilmesi gereken zor bir iddiadır. Hatta dünya hayatını âdemleşme veya âdemleşememe serüveni olarak da adlandırabiliriz. Kimi, iddiasını ispatlayacak, kimisi böyle bir iddianın farkına bile varamayacaktır.

Görünen o ki, birçoğu bu iddiayı kaybetmekle karşı karşıyadır. RABBİMizin birçok ayetinde de belirttiği gibi insanların birçoğu akıllarını kullanmamaktadır.

Âdem ( adam-insan ) olma meselesi, söylem planında kolay, eylem planında zor bir mesele olarak karşımızda hayatiyetini sürdürmeye devam ettirmektedir.



Eyüp Yıldırım

Duayı yaşamak



Unutmamamız gereken bir gerçek var ki; insan hayatını idame ederken aslında kendi kendine yeten bir potansiyeli taşımaz. Çünkü o yaratılmıştır ve her yaratılmış da bir yaratıcıya ihtiyaç içindedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde insan tam bağımsız bir varlık değildir şu yeryüzünde.
“Rabbiniz şöyle buyurdu; Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.”[1]


İnsanoğlu hayat maratonunu tüm hızıyla sürdürürken yaşamını sürdürdüğü ortamda kendi kendine yetmediği anları da yaşar. Çünkü insan acziyete düşebilecek güçsüz bir konumda yaratılmıştır. “Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah`tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir.”[2]

Hayatın her türlü problemine aklı sayesinde karşı koyma stratejileri geliştirme becerisine sahip insanın öyle anları vardır ki tükenmişliği yaşar. İnsanın kendi kendine yettiği ve kendi kendisinin yaratıcısı olduğu ütopyasını seslendiren anlayışın aksine kelimenin tam anlamıyla acziyeti yaşar. Bu hali yaşayanlar yani insanın kendi kendine yetebileceğini söyleyenler, hayatın belli bir aşamasından sonra bunalımlar içine düşerler. Zaman zaman da akli melekelerini yitirip işin sonunda intiharı bile düşünebilecek bir hal içine sürüklenirler. Unutmamamız gereken bir gerçek var ki; insan hayatını idame ederken aslında kendi kendine yeten bir potansiyeli taşımaz. Çünkü o yaratılmıştır ve her yaratılmış da bir yaratıcıya ihtiyaç içindedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde insan tam bağımsız bir varlık değildir şu yeryüzünde. Onun hal ve hareketlerine yön veren, onu her daim kuşatan onu bilip tanıyan ve ona, kendisi istediği zaman yardım edecek bir yaratıcıya sahiptir. Kendi başına, başıboş, amaçsız yaratılmamış, Allah tarafından bir amaca mebni olarak yaratılmıştır.

Her şeyi yaratan ve her şeyi kuşatan yüce Mevla insanı hassas dengeler üzerinde yaratmıştır. Öyle anları olur ki hayatın apansız gelişen olayları karşısında acziyet içinde kıvranır. Bir elin kendini bu acziyet çukurundan alıp çıkarmasını bekler. Ama öyle anlar olur ki onu içinde bulunduğu halden çıkaracak o el yaratılmışlar âleminde bulunmaz. Her şey ve herkes o anı yaşarken aciz kalmıştır. Umutlar tükenmiş, dayanacak dal kalmamıştır. Onu alıp kurtaracak, onun derdine derman olacak bildiği şu yaratılmışlar âleminde ne bir yol ne de bir yöntem kalmamıştır. İşte işin burasında o insan için yaratılmışların ötesinde melekût âlemine uzanan bambaşka yeni bir ufuk açılır ve oradan uzanan bir el kurtarıcı olur. Onu kurtaracak o el melekût âleminden yaratılmışlar âlemine uzanır. İşte o el yaratıcının elidir. Yaratıcı tecelli eder ve kullarının acziyetlerini giderecek kalp sekinetini ve kulun istediği yardımı bahşeder.

“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım, onlarla beraberim, dualarını işitir, yakarmalarını görür ve halleri­ni bilirim. Bana iman ve kalp huzuru ile dua edenin duasını kabul ederim. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulsunlar”[3]

Geçen yakın günlerimde benim yaşadığım olay işte tam da böyle bir hali resmediyordu. Oğlumuz Ahmet Yusuf henüz 2 yaşında. Ailevi Akdeniz Ateşi hastalığı teşhisi konmuştu yakın bir tarihte. Bu hastalığın tek bir ilacı var. Colchicum… Tatlı bir tada sahip bu hap. Bizim ufaklık annesinin yanında olmadığı bir zaman zarfında ayağının altına aldığı bazı nesnelerin yardımıyla çekmecede duran bu hapları alıp şeker niyetine 20–25 adet yemesin mi! Çok tehlikeli olduğunu bizlerde vakadan sonra öğrendik. Yıllardır benim de kullandığım bir hap. Ama ben bu kadar tehlikeli olduğunu şimdiye kadar bilmiyordum. Çiğdem tohumundan esinlenerek yapılmış bu hapın fazla da tehlikeli olmadığı kanısındaydım. Biraz pahalı bir yöntem de olsa öğrendik! Annesi olayı fark eder-etmez çocuğu en yakın sağlık merkezine götürmüş ve orada midesini yıkamışlar. Kısa bir tetkikten sonra da hapın çok tehlikeli olduğunu ve bir araştırma hastanesinde müşahedeye alınmasını talep etmişler hastane yetkilileri.

Olaydan haberdar olduktan hemen sonra çocuğu alıp Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Acile götürdük. Kısa bir tetkikten sonra çocuğu hemen yoğun bakım ünitesine aldılar. Zira olay çok tehlikeli boyutta idi. İlacın yüksek dozda alınması durumunda tehlike sınırı yetişkinlerde 0,4 mg, ölüm sınırı 0,8 mg iken bizim çocuğun aldığı ilaçlar 0,88 mg’dı. Bu miktar da çok tehlikeli bir boyut arz ediyordu. Yetkili doktorumuz, kendilerinin her türlü gayreti ortaya koyacaklarını ama bu dozda ilaç kullanan birinin yaşama şansının olmadığını söyledi. Gerçekten de 6 günlük yoğun bakım döneminde görevli ekipman tıbben ellerinden gelebilecek her yolu denedi. Doktorumuz olayın ilk saatlerinde bize çocuğumuzu her an kaybedeceğimizi bize söylemiş, fazla da ümitli olmamamız gerektiğinin altını çizmişti. Zira bu ilaç çok tehlikeliydi ve bu kadar yüksek bir dozda alınmasının kesin ölümle sonuçlanması her an mümkündü. İlacın her an bedenin tüm metabolizmasını iptal etme özelliği vardı. Bunun gerçekleşme süresi 72 saatlik kritik saatin her anında olabilirdi. İşte bu açıklamalardan sonra bizim de duygu dolu, korkulu ve endişeli saatlerimiz başladı. Sanki içimden volkanlar patlıyordu. Dışardan ne kadar sakin ve endişeli gözüküyor olsam da içimden adeta yanardağlar patlıyordu. Doktorlar her an kaybedebiliriz dediklerinde, sağlık olsun! Allah’ın dediği olur! Tepkisini vermiştim.

Hayatımın her anında birazda kaderci anlayışımdan kaynaklanır, Allah ile olan ilişkim farklıdır. Bir şey istersem önce onu Allah’tan isterim. Çabamı ondan sonra ortaya koyarım. İşimiz duaya kaldı! Anlayışından beriyim çünkü. Bizim işimiz zaten hep dua iledir. Bu esnada da rabbimle olan diyalogum çok farklıydı. Ona sonsuz güvenim daha da sonsuzlaştı. Bir şeyi daha itiraf edecek olursam bu sürede birçok dostumun yakın alakalarına ve içten samimi duygularına şahit oldum. En önemlisi de dostlarımızın ellerini Allah’a doğru açıp Rabbimizden küçük Ahmet Yusuf için şifa temenni etmelerine şahit olmaktı. Bu tarif edilmez bir duyguya gark etti bizi. Bizim için seferber olmuş bir dua kervanı vardı karşımızda. Kur’an Kurslarında okuyan tanıdığımız dostlar vesilesiyle tanımadığımız ama şükranla bahsetmeyi görev bildiğim öğrenci kardeşlerimizin okuduğu yasinler ve yapılan dualar şunu iddia edebilirim ki küçüğümüzün bize dönmesine vesile oldu. Tıbbın gücü ve umudu yoktu. Tıb acziyetini olayın ilk saatlerinde belirtmişti. Ama tıbben yapılan tüm uğraşlara Allah’tan talep edilen şifa niyazlarıyla Ahmet Yusuf, her geçen saat hayata bir başka tutundu. Rabbime sonsuz teşekkürlerimi ilettim ve iletmeye de devam edeceğim. Benim inancıma göre bu tamamen duanın gücüydü. Bundan başkaca da düşünemezdim. Evet dediğim gibi tıp elinden geleni yaptı ama bu konuda tamamen aciz kaldığını deklare etti. Ekipmandan sorumlu doktor arkadaş, biz elimizden geleni yapıyoruz, yapacağız da ama çocuğu her an kaybedebiliriz diyordu. Hatta ikinci gün, bugün büyük ihtimalle çocuğu kaybedeceğiz diyordu. Ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: İyileşmesi için mucize gerekli ama mucize de beklemeyin! Onlar kritik 72 iki saatin ilk 48 saati içinde kalp, karaciğer ve böbreklerin fonksiyonlarını tatil edeceğini, bir iç kanamanın gerçekleşip ölüm olayının gerçekleşeceğini bekliyorlardı. Hoş biz ölümün Allah’ın emri olduğuna ve her nefsin bir gün ölümü tadacağına[4] zaten inanmış insanlarız. Ama bize Allah’tan ümit kesmek yaraşmaz. Ve tıbbın her saat ölümünü beklediği çocuğumuzun her yeni tahlili adeta mucize yaratıyordu. Bize şayet yaşarsa en az 10 gün yoğun bakımda kalacağımız, normal serviste de uzun süre kalabileceğimiz söylenip duruyordu. Hatta saçlarının komple döküleceği ve bir takım kalıcı izler taşıyabileceği de söylendi doktorlar tarafından. Ama kritik 72 iki saat ve ilerleyen saatler yoğun bakımda 6 normal serviste de 1 gün kalmamız için yeterli oldu. Hamdolsun rabbime. Biz ondan hiç ümidimizi yitirmedik. O da ümitlerimizin yeşermesi için her zaman yanımızda idi. Onu hissediyorduk. Doktorumuzun bize beklemeyin dediği mucize gerçekleşti ve kısa sürede taburcu olduk. Çocuğumuzun saçları da dökülmedi. Olumsuz hiçbir şey gerçekleşmedi. Tamamen duanın gücüydü bu.

Bu olay bana hayatımızda kaçırdığımız başka bir gerçeği de hatırlattı. Hayatımızın her alanında karşılaşacağımız sorunlarla mücadele ederken toplu dua seanslarının var olması kaçınılmaz gerçekliği… Duanın gücüne inanıyordum. Nitekim “Resulüm! De ki: Kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!”[5] Buyuran Yüce Allah’ın bu sözünü okuduktan ve dua ile ilgili ayet ve hadislere vakıf olduktan sonra bu eylemden beri olmak elbette ki bizim uzak olmadığımız ve inandığımız bir husustu. Ama Ahmet Yusuf olayında biz duayı yaşadık doğrusu. Duanın yaşanır bir hakikat olduğu bizlerin hayatında deklare oluyordu. Hayatın hiçbir alanında Allah’tan bağımsız olunamayacağını, umutların tükendiği her anda Allah’ın devrede olduğunu yaşamak elbette ki bilmekten daha ötede bir duygudur. Yüce Allah’a sonsuz hamd ve senalar olsun.



--------------------------------------------------------------------------------

[1]Ğafir 60
[2] Rum–54
[3] Bakara:186
[4] Ankebut:145
[5] Furkan:77

alıntı

Siyaset niçin yapılır?





Siyaset niçin yapılır?
Siyaset üç şey için yapılır:

1. Komisyon için.

2. Vizyon için.

3. Misyon için.

Misyonsuz siyaset yapanlar, genellikle siyaseti komisyon için yaparlar. Yap siyasetini al avantanı cinsinden.

Bu memleketin başına öteden beri tebelleş olan mebzul miktarda siyaset komisyoncusu vardır. Siz komisyoncu siyasetçiyi çok iyi tanırsınız. O, milletin malını babasının malı sanır. Pişkindir. “Verdimse ben verdim” diyen bir tiptir mesela.

Siyaseti komisyon için yapar. Onun için de hiçbir misyonu yoktur. Hiçbir sabitesi yoktur. Önderi Makyavelli’dir. Tek ilkesi vardır: Çıkar. Siyasetinin ekseni yoktur. Aslında kendisinin ekseni yoktur. Onun için tek eksen vardır: Dün dündür bugün bugündür.
Komisyoncu siyasetçi, kendisini “düdükçü” yerine koyar. İşi, parayı verene düdüğü çaldırmaktır. Hepsi bu.

İkincisi vizyon için yapar. Siyaseti vizyon için yapanlar, onun “havasına” tav olurlar. Görenler önünde düğme iliklesinler, “vekilim” desinler, “başkanım” desinler, “efendim” desinler, “bakanım” desinler de, canını alsınlar.

Dedik ya, onun siyaset yapma gerekçesi “vizyon” içindir. Siyaset kendisine albenili bir vitrin sağladığı için siyasete soyunmuştur. Her şey gösterişe ayarlıdır. Siyasete kattığı en ufak değer olamaz böylelerinin. Aksine kendileri siyasete “değer almak” için girerler. Çünkü kendi başlarına her hangi bir değerleri, her hangi bir kıymetleri yoktur.

Oturdukları koltuğa değer katmazlar. Aksine tüm değerleri o koltuktan aldıklarıdır.

Bazen öylesine değer yoksunu olurlar ki, sırf bir vitrine dönüşürler. Böylesi durumlarda sırtlarındaki elbise içindekinden daha fiyatlı olabilir.

Siyaseti komisyon için yapanlar siyasetin “eşek arısıysalar”, siyaseti vizyon için yapanlar da siyasetin “yalancı peteğidirler”. İçlerinde bal olmaz. Balsız petek olmak onları pek de rahatsız etmez. Geriden petek gibi görünmelerini kârdan sayarlar.

Üçüncüsüne gelince...

Bunlar siyaseti misyon için yaparlar. Ne komisyon için yapmaya, ne de vizyona tav olmaya tenezzül etmezler.

Misyonları bittiğinde siyasette onları kimse tutamaz. Onlar bal tuttukları parmakları bile yalamak yerine yıkamayı tercih ederler. Elleri yapış yapıl değildir. Siyasetin katma değeridirler.

İyi de, bir şeyi misyon için yapmak, ancak belli bir “iddia”, bir “dava”, bir “ideal” sahibi olmakla mümkündür.

İdeali olmayanın misyonu mu olurmuş? Davası, iddiası olmayanın misyonu ne ola ki?

Siyaset yapan eğer Müslüman biriyse, elbette onun davası “iman davası”dır. O yaptığı siyaseti imanından bağımsız değerlendiremez. Allah’sız bir hayat alanı tasavvur edemez. Ederse Müslüman olamayacağını bilir. Siyaset alanını da Allah’tan arındıramaz Müslüman.

Dolayısıyla o, “Paranın dini imanı mı olurmuş?” deyip de dinsiz imansız parayı yücelten, yani manevi bir “kara para aklama operasyonu” yapanların durumuna düşmez. Kara siyasetten kaçar. “Siyasetin dini imanı mı olurmuş?” demez, diyemez. Onun için insanın tüm eylemleri dinli imanlı ve ahlaklı olabileceği gibi dinsiz imansız ve ahlaksız da olabilir.

O ne yaparsa yapsın yaptığının “salih amel” olma niteliği kazanması için çaba sarf eder. Siyaset de bir ameldir. Dolayısıyla siyasetin de “salih” olanı, “kazip” olanı, “fasık” olanı, “facir” olanı vardır. Fasık ve facir siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçar. Salih siyaset yapmak için çırpınır. İşte siyaseti misyon için yapan bir mümine düşen de budur.

MUSTAFA İSLAMOGLU

Kur'an' da insanın terbiye süreci




Kur'an' da insanın terbiye süreci
Kişi kendisini, yaratanının öngördüğü şekilde, onun Kitabına uygun olarak terbiye edebilirse doğruyu bulmuş ve hidayete gelmiş olacaktır. Çünkü özünde Rahmani terbiyeyi içermeyen bir kulluk, her zaman eksik ve hatalı olacaktır. Rahmani terbiyenin kaynağı ise Kur`an`dır.
Kur``an, bir hidayettir, Kur`` an Rahmettir. Kur``an insanı zulumattan nura çıkartır. Kur``an gönüllere bir şifa, hakkı batıldan ayıran furkandır. Ancak tüm bunlarla birlikte, Kur``an gerçek bir terbiye kitabıdır.
İnsanı Allah yaratmıştır, onun olumlu ve olumsuz yönlerini, açmazlarını, düşkünlüklerini, zaaflarını ve onlardan nasıl kurtulacağını ve nasıl terbiye olacağını "O" göstermiştir.
Yüce Allah bir Rab``dir. Rab: İnsanı en iyi eğiten, öğreten, yetiştiren, insanı terbiye edip, asıl yurda (ahirete) hazırlayandır.
... Arınmayı içten arzu eden adamlar vardır. Allah temizlenip arınanları sever (Tevbe-108)
...Kim temizlenip arınırsa, artık o kendi nefsi için temizlenip arınmıştır. (Fatır-18)
Temizlenip arınmak, terbiye sürecinin başlangıcıdır. Bir insanı önce ailesi, sonra çevresi, daha sonrada (eğer yapabilirse) kendisi terbiye eder. Ancak en ideal ve doğru olanı, onu yaratanının terbiye etmesidir. Bu ise ancak, O``nun bize indirdiği Kur``an``a yönelmekle mümkün olabilmektedir.
Kur``an``ın hangi ayetine bakarsak bakalım mutlaka olgun bir imana ve Allah``a kulluğa çıkacak şekilde indirilmiştir. Tüm ayetler birbirini tamamlar ve hiç birisinde en ufak bir tenakuz yoktur. Yine Kur``an``ın hangi ayetine bakarsak bakalım, mutlaka insanı onaran ve terbiye eden bir yönü vardır. Çünkü bu kitap mutlak mürebbi olan tarafından insanın terbiye edilmesi için indirilmiştir.
Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi Allah insanın temizlenip arınanları sever. İnsanın temizlenip arınabilmesi için kirlenmiş olduğunu fark etmiş olmalıdır. O yüzden kişi mutlaka önce kendisini tanıma sürecine girmeli, kendisini anlamalı ve nasıl ve neden terbiye olması gerektiğine iyice ikna olmalıdır. Çünkü her terbiye süreci uzun bir yol alır, zahmetlidir ve birazda insana acı verir. Çünkü kişi, alışkanlıklarından ve alıştığı hayattan kolay kolay vazgeçmek istemez.
Doğrusu biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. (Tin-4-5)
Rahman, yukarıdaki ayette insanın şeklen, biçim olarak en güzel biçimde yaratıldığını, ancak buna mukabil insanın diğer yönü olan yani nefsi yönünün aşağıların aşağısına çevrildiğini söylüyor. İşte insanın dünyadaki yaşama gayesinin en başında yer alan durumlardan bir tanesi de bu ayettir.
Yani biçim olarak en güzel şekilde yaratılmış olan insanın, ruhi olarak ta ona denk hale getirilip terbiye edilmesi gerekir. Allah insandan onun sorumlu olduğu şeyleri ister, sorumlu olmadıklarını ise istemez. Allah insandan organlarını daha iyi yapmasını istemez, vücudunun şeklini değiştirip başkalaştırmasını istemez. Ancak nefsini tanımasını terbiye etmesini, güzelleştirip olgunlaştırmasını ister.
Ey Ademoğlulları, içinizde size ayetlerimi haber veren elçiler geldiğinde, kim sakınır ve (davranışlarını) düzeltirse onlar için korku yoktur, onlar mahsunda olmayacaktır. (Araf -35)
Kişi kendisini, yaratanının öngördüğü şekilde, onun Kitabına uygun olarak terbiye edebilirse doğruyu bulmuş ve hidayete gelmiş olacaktır. Çünkü özünde Rahmani terbiyeyi içermeyen bir kulluk, her zaman eksik ve hatalı olacaktır. Rahmani terbiyenin kaynağı ise Kur``an``dır.
Ben nefsimi temize çıkartmam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediğinin dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. (Yusuf -53)
Nefse ve ona ``bir düzen içinde biçim verene``. Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene. Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Onu örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems- 7-8-9-10)
Artık kim taşkınlık edip azarsa ve dünya hayatını seçerse, şüphesiz cehennem (onun için) bir barınma yeridir. Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevadan sakındırırsa, şüphesiz cennet (onun için) bir barınma yeridir. (Naziyat -37-38-39-40-41)
İnsan nefsi karmaşık bir yapıya sahiptir. Sorunlar yumağıdır. İnsana kötü ve yanlış şeyleri güzel ve çekici gösterme özelliğine sahiptir. İnsan, nefsinin etkisinde kalarak yanlışa meyleder. Nefis her zaman "nefis" olan şeyleri isteyerek insanın dikkatini dağıtır ve onun iyiliklere ulaşmasını engeller. Nefis bunu yaparken, kendisinin adeta akıl hocası olan şeytanının sözünü dinler. Çünkü şeytan nefsi iyi tanır, onun nelerden hoşlanacağını çok iyi bilir. Şeytandan korunabilmek için, insan mutlaka ``muhsin`` ve ``muhlis`` olmalı, kendisini tanıma sürecine girmeli. Kendi öz muhasebesini yapmalı, hareketlerini davranışlarını tanımalı, bunları nasıl olgunlaştırıp düzelteceğini düşünmelidir. Bu eylemi yaparken de Yüce Yaratıcısını hiç unutmamalı ve onun Kitabullah``ını önüne koymalıdır. Bizi yaratan ve bizi her şeyiyle en iyi tanıyan ``O`` olduğuna göre O``nun Kitabı ve O``nun güzel Resulü``nün sünnetleri bizi terbiye etmelidir.

KUR`AN İNSANI NASIL TERBİYE EDER?

Kuran``ı Kerim``in inzal (iniş) sırası, aslında Allah (c.c)``ın insanlığı terbiye sürecidir. Rahman katında elimizdeki mevcut haliyle mahfuz olan Kitabullah, elimizdeki şekliyle inmemiş, terbiye süreci dikkate alınarak aşama aşama tedrici olarak inmiştir. Yine Kur``an, birçok ayette açıklar, izah eder, emreder ve yasaklar. Bu insanlığın Kur``an``a göre terbiye süreci dikkate alınarak bir uygulama yapılacak ise, aynı yolun izlenmesi gerektiğinin de ayrı bir delilidir.
Kur``an insanı terbiye ederken ``üç aşmalı`` bir yol izler.
Birinci aşama; zihnin terbiyesi.
İkinci aşama; kalbin terbiyesi.
Üçüncü aşama; amellerin (hayatın) terbiyesidir.

Bu aşamaları uygularken asla aceleci bir tavır sergilemez. Her zaman tedrici bir üslup benimser. Unutulmamalıdır ki, Kur``an başında, Kâinatın en güzel insanı (s.a.v.) olduğu halde terbiye süreci 23 senede tamamlanmıştır. Değişim ve terbiye kolay değildir. Çünkü insan doğası, bir değişime direnç gösterir. Zihnin ikna süreciyle yumuşama gösterir, ameli uygulama ile olgunlaşır. İşte bu noktada terbiye sürecinin varmak istediği yerdir. Sonuçta artık insan, zihni, kalbi ve ameli terbiye sürecini tamamlamış olur.

1. ZİHİN TERBİYESİ
Zihin; insan neslinin, beyni ve aklı ile gerçekleştirdiği tüm tefekkür ve tasavvur faaliyetlerinin hepsine birden verilen isimdir. İnsanı sevk ve idare iki mekanizma vardır. Bunlardan birincisi zihin, ikincisi kalptir. Zihin duru ve düzgün olursa, kişinin kalbi de hayatı da duru ve düzgün olacaktır. Eğer zihinde kirlenmeler ve şüpheler (marazlar) baş göstermişse artık ikinci idare mekanizma olan kalpte de kirlenmeler ve marazlar oluşmaya başlayacaktır.
İşte bu yüzden Rahman, insanın terbiye sürecine zihin tasavvurlarında ki sorunların ve yanlışların düzeltilmesinden başlar. Bir insanın zihnindeki doğru bilgiler eksikse, ya hevasından ya da hayalinden konuşmaya başlar. Bu da insanın helakini getirir. Rahman bu yönünü terbiye etmek ve işe doğru zihin inşaasından başlamak istediği için,
"Oku, yaratan Rabbi``nin adı ile" (Alak- 1)
"Kur``an``ı tertil üzere (ağır ağır/ düşünerek) oku" (Müzemmil- 4)
Diyerek, Kur``an``î terbiyenin nereden başlaması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.
Kişinin zihinde aydınlık ve hakikat yoksa orayı karanlık ve cahillik doldurur. O yüzden insan okumalı, anlamalı ve terbiye olmalı. Ama neyi okumalı ve nasıl okumalı? İşte bu iki soru, insanı çok düşündürmüştür. Ancak ayete tekrar dönecek olursak, birinci soru olan neyi okumalıyız sorusunu, insanı Allah``a ve hakikate götürecek bilgi ve hikmet olduğunu anlayabiliriz. Çünkü Allah, bizim okuyarak O``dan uzaklaşmamızı değil, aksine O``na yaklaşmamızı ve yola girmemizi arzu eder. Yine Peygamber Efendimizin (sav),
"Faydasız ilimden sana sığınırım", sözünden okumaktan kastın, fayda sağlamak olduğu da anlaşılmaktadır.
İlk inen ayette ki ikinci dikkat çekici nokta ise ``Rabbi``nin adı ile`` ifadesidir. Bu ifade ikinci soru olan, nasıl okumalıyız sorusunun cevabının oluşturmaktadır. Eğer Allah (c.c) bir Rab ise ki öyle, o zaman O``nun bizi terbiye etmesine müsaade edici olarak, ama mutlaka O``nun adıyla okumalıyız. O``nun adı anılmadan başlanan her iş, Hz. Peygamberin (s.a.v.) de belirttiği gibi eksiktir, güdüktür.
O yüzden insan Allah adıyla, Allah için ve Allah``ın kendisini terbiye etmesine müsaade ederek okumalıdır. Zihni, Rahman``ın öngördüğü doğru bilgilerle terbiye edilmiş insanın, artık kalbide ve hayatı da doğru üzere kurulacaktır. İşte Rahman``ın bizden istediği de budur.
Terbiye Olmamada Israr ve Müstağnilik:
Yine Rahman, terbiyenin başı olan ``Alâk`` suresinde,
"Hayır, gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğü için" (Alak- 6-7)
Ayet-i Kerimesi ile kişinin kendisini müstağni; yani zengin ihtiyaçsız, kimseye muhtaç olmayan olarak görmesinin azma sebebi olduğu ortaya koyuluyor. İnsanda yeterlilik duygusu önce zihinde başlar, oradan kalbe iner, kalbte ``kibir`` halini alır ve sonuçta kişinin bütün hayatını olumsuz etkileyen bir virüs gibi kişiyi sarar ve mahveder. Terbiye olmamak müstağniliğe, müstağnilikte azgınlığa götürür. İnsanın müstağnilikten kurtulabilmesi için, yine aynı suresinin 12. ayetinde belirtildiği gibi takvalı olması gerekir.
Takva; İnsanda Allah``a karşı korkup sakınma, daha doğrusu Allah``ın rızasızlığından korkup sakınmadır. Bir açıdan da kişinin kendisini koruması anlamına da gelir. Eğer kişi bakış açısına ve hayatına dikkat etmeden yaşarsa sürekli kirlenecek, Allah``tan ve O``nun rızasından uzaklaşacaktır.
Rahman takvayı insanı örten bir elbiseye benzetir:
"Ey Ademoğlulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size süs kazandıracak bir giyim indirdik. Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu Allah``ın ayetlerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar" (Araf - 26)
Elbise, insanı dıştan gelecek olumsuz etkilere karşı nasıl korursa, takvada insanı manevi anlamda dıştan ve içten gelebilecek olumsuz durumlara karşı korur. O yüzden, terbiye mutlak anlamda ancak takva ile olgunlaşır.
"Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir" (Alak- 8)
İçinde bulunduğumuz hayatın, çoğu kez bizi sarıp kuşattığını ve bir yerlere doğru sürükleyip götürdüğünü fark etmeyiz. Ancak insan bu dünyada misafirhanededir ve döneceği yer Rabbinin yanıdır. Eğer hayatın bu acımasız dişlileri arasına kul kendisini kaptırır ve önce varacağı yeri sonra da Allah``ı unutursa, Allah ta onu unutur ve bu kişinin mutlak felaketi anlamına gelir. İşte Allah bu büyük tehlikeyi bize hatırlatarak bizim çok dikkatli olmamızı ve ``Ahiret terbiyesi`` içinde olmamızı ister. Ahireti unutmadan yaşayan insan, dünyayı olması gereken yere oturtur. Gözünde ve gönlünde büyütmez, dünyanın onup alıp götürmesine fırsat vermez. Sonuçta insan, nerede ne kadar kalacaksa oraya o kadar önem vermesi gerekir!
İşte bu, bir ahiret terbiyesidir.
Zihin Terbiyesinde Hak-Batıl ayrışması:
"Ve şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzeresin. Artık yakında göreceksin ve onlarda görecekler. Sizden hanginizin fitneye tutulup çıldırdığını. Elbette senin Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir." (Kalem- 4-5-6-7)
"Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. Şunlardan hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren. Hayrı engelleyip duran, saldırgan, olabildiğince günahkar. Zorba, saygısız, sonra da kulağı kesik. Mal ve çocuklar sahibi oldu diye. Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman, (Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır diyen" (Kalem -8-9-10-11-12-13-14-15)
Rahman, daha ikinci inen sure olan, Kalem suresinde iyilerle kötülerin, beyazlarla siyahların, aydınlıkla karanlığın arasını açmak ister. Çünkü siyah boya, beyaz boyaya ``bir kaşık`` karıştığında, artık beyaz hiç bir zaman saf beyaz olamayacaktır. Artık ``o`` kirlenmiş ve grileşmeye başlamıştır. Rahman bunu bildiği için kirlilerle temizlerin arasını açarak terbiye etmiştir. Ancak aslolan beyaz boyaların kendisini ``takva`` ile muhafaza ederek, yavaş yavaş kendi boyasından siyah boyalara aktarma yapmalı ve onlarında zaman içinde kendisi gibi beyazlaşmasını sağlamalıdır. İmani terbiye de bunu gerektirir...
Terbiyede ve Eğitimden Vazgeçmemek:
"Şimdi sen Rabbinin hükmüne sabret ve balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani O içi kahır dolu olarak (Rabbine) çağrıda bulunmuştu. Eğer Rabbinden bir nimet ona ulaşmamış olsaydı, mutlaka yerilmiş ve çıplak bir durumda atılmış olacaktı" (Kalem- 48-49)
Terbiye süreci zor ve zahmetlidir. Bazen, kendimizi terbiye sürecinde yol almış olsak bile, etrafınızı terbiye etmeniz zor hatta bazen imkânsızdır. İnsan böylesi bir durumda umutsuzluğa ve karamsarlığa düşmeden yolunu sabırla ve istikrarla, Hz. Nuh``un (a.s) kararlılığıyla sürdürmelidir. Rahman``ın beklediği ve doğru olan da budur.
"Allah``a söz vermişlerdi; Allah``a verilen söz ise (ağır bir) sorumluluktur" (Ahzâb- 15)
"Müminlerden öyle adamlar vardır ki Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimide beklemektedirler. Onlar hiçbir değiştirme ile (sözlerini-özlerini) değiştirmediler" (Ahzâb- 23)
İman ettiğini söylemek, Rahman``a bir çeşit ağır bir söz vermektir. Söz vermek zihin ve kalb işidir. İnsan haklılığına ve gerekliliğine inandığı bir sözü verir. Ancak insan çoğu kere söz verdiği zamanki hali üzere kalmaz. Çünkü insan yaşarken hayatına birçok yabancı tasavvurlar akar. Önce bunlara dönüp bakmaz. Ancak onlar hayatına akmaya tüm hızıyla devam eder. Önceleri pek itibar etmediği bu düşüncelere, sonraları acaba diyerek yaklaşır. İşte değişimin ilk başlangıç yeri burasıdır. İnsan bunu zihninde pek önemsemez ancak burası önemli kırılma noktasıdır. Çünkü zihin batılın haklı olabileceğine bir inanmaya başladığında artık kendisi olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır. Geri dönülmesi kolay olmayan bir yola yavaş yavaş girilmiş demektir.
Rahman, insanın inancının gelişmeye açık, olumsuz değişmeye kapalı olmasını ister.
Rahman, kendisine verilen sözlere sadakat göstermemizi ister.
Rahman bizim kendimizi başıboş bırakmamamızı ister. İnsan tüm bunları ancak komplekslerinden kurtulduğunda başarabilir. Çünkü kompleksler bozulmaların ana kaynağıdır.
Kompleksler ve kişisel zaaflarımız şeytanın en çok vurduğu yerdir.



Abdülhamit Kahraman